İnsanlık kolera, çiçek, frengi ve veba gibi hastalıklarla yüzyıllarca mücadele etti; ama hiçbir hastalık, ne derece ölümcül olursa olsun, veba kadar ölümlere, deliliklere ve dramlara yol açmadı.
Ortaçağda savaş, engizisyon ve veba üçlüsünün oluşturduğu acı, korku ve yıkım, tarihi kaynakların dışında, sayısız sanat eserinde bugün bile ürpertiyle görülür. Vebanın dehşetini ve o çağlardaki durumunu, tablolardan anlamak bile mümkündür. Azrail İskelet kılığındadır, bir ata binmiş gitmekte ve elindeki orakla insanları biçmektedir.
Farelerin taşıdığı veba mikrobu, sahillerden yayılır, denizyollarını takip ederek Asya'nın bir ucundan Avrupa'nın bir ucuna kadar etkisini her yerde gösterirdi. İlk veba salgını 542 yılında Akdeniz kıyılarında görüldü ve kısa zamanda Mısır'a, Afrika'nın kuzey kıyılarına, Ortadoğu'ya, Bizans'a ve Avrupa'ya yayıldı. Veba, İstanbul'daki nüfusun yarısının ölümüne sebep olmuştu. Bu yıkımın izleri çok seneler sonra silinebildi.
İLK SUÇLU: TATARLAR
İlk salgından daha geniş bir salgın, 1346 ile 1353 yılları arasında yaşandı. 1330'larda dünya ikliminin değişimi bozkırlardaki kemirgenleri yok etmişti. Sıcak ve kuru rüzgarlar bakteri taşıyan pireleri bozkırlarda yaşayan Moğollara ulaştırdı. 'Yersina' basilini taşıyan pireler Moğollarla beraber ipekyolu boyunca dolaştılar. Çin, Hindistan ve Asya'nın çeşitli yerlerinde salgın başladı.
Anadolu'dan geçerek Akdeniz kıyılarına ulaşan veba, Fransa'dan sonra İngiltere, Almanya ve Polonya'ya yayıldı. Veba sonucunda 25 milyon kişi öldü. Avrupa'nın ekonomik ve kültürel yapısı değişti. Vebanın adı artık "Kara ölüm'dü.
1346 yılının sonlarında Avrupa'ya gelen haberlerden Hindistan'dan Suriye'ye kadar her yerin cesetlerle kaplandığı anlaşılıyordu. Ancak Avrupalılar vebanın kendi kapılarına dayanacağına inanmak istemiyorlardı. 1346 yılında ipekyolu kervanlarıyla gelen veba, o dönemde Rusya'ya hâkim Tatarların arasında da yayılmaya başlamıştı. Hastalığa Kefe'de bulunan Cenevizlilerin sebep olduğuna inanan Tatarlar şehri kuşattı ama veba ordularını perişan edince, Cenevizlileri cezalandırmak için vebalı cesetleri mancınıklarla Kefe'ye attılar. Cenevizliler, cesetleri hemen denize atmışlarsa da hastalığın yayılmasına engel olamamışlardı.
Tatarların yeni bir saldırısından kurtulmak isteyenler, gemilere binerek Akdeniz'e doğru hareket ettiler. Uğradıkları limanlara bu hastalığı da götürüyorlardı. Gemilerin hastalık taşıdığını görenler, alevli oklarla bunları limanlardan kovdular. Cenevizliler, çaresiz bir şekilde bir limandan diğerine sığınacak yer ararken hastalığı da iyice, yaydılar.
1348 ilkbaharında İtalya'nın her tarafı veba ile boğuşuyordu. Hastalık hiç durmadan ilerledi. Tedavi imkânsızdı. Doğudan gelen gemilere Hazreti İsa'nın tabutta geçirdiği 40 gün hikâyesi örnek alınarak karantina uygulandı. Gemiler özel limanlarda tecrit ediliyor, yolcular limanda 40 gün alıkonuyordu. Ancak salgının hızı kesilmedi. Özellikle şehirlerde yaşayanların yarıdan fazlası öldü. Köylerde ölüm oranları biraz daha azdı.
ADAYA BİLE ATLADI
Hastalık kısa bir süre sonra Fransa ve İspanya'ya ulaşmıştı. 1348 yazında veba artık İngiltere’deydi. Manş Denizi'ndeki adalardaki balıkçıların hepsi öldüğünden balık gelmiyordu. Bazı yerlerde cenazeleri kaldıracak rahip bile kalmamıştı. Tüccar ve asiller arasında ölüm oranı azdı ama rahipler ölmek üzere olan insanların günahlarını çıkarttıkları için ruhban sınıfında ölüm sayısı oldukça fazlaydı.İngiltere'de yaşayanların üçte biri bu salgında öldü. Ölenler yalnız insanlar değildi, atlar, inekler, köpekler, kuşlar da can veriyordu.
Veba, o dönemde kaleme alınan yazılarda şöyle tasvir ediliyordu: 'Kadının ve erkeğin kol altlarında ve bacak aralarında urlar çıkıyor. Bunlardan bazıları elma, bazıları da yumurta büyüklüğünde... Urlar vücudun her tarafına yayılıyorlar. Bir süre sonra kollarda ve kalçalarda siyah ve beyaz lekeler meydana gelmeye başlıyor ve bütün vücudu sarıyor'.
Veba ortaya çıktığında zenginler kır evlerine kaçıyor, fakirler ise şehirlerde mikropla içice, kaderlerini yaşıyorlardı. Hastalık iyi beslenemeyen fakirleri daha kolay etkiliyordu. Farelerin cirit attığı yerlerde yaşayan fakirlerin, zenginler gibi gidecek yerleri ve felâketten kaçma imkânları yoktu. Vebaya bu yüzden 'dilencilerin hastalığı, fakirlerin belâsı' deniliyordu.Kırlardaki villalara yerleşen zenginler, burada salgından uzak yaşarlarken şehirdeki evleri de silahlı adamlarla yağmadan korunuyordu. Şehre dönüşten önce evler tütsülerle dezenfekte ediliyor, sülfürle ilaçlanıyor, ardından da işi garantiye almak için fakir aileler yerleştiriliyordu. Aile ölecek olursa dönüş erteleniyordu.
Veba salgını konusunda yazan bir Avrupalı, 'Veba bizi birbirimize karşı, köpekten daha fazla gaddar kılmaktadır' demekteydi, Yaşama azmi olanlar kırlara kaçarak hayatta kalmaya çalışırken kimileri kendilerini içkiye verir, bağıra bağıra şarkılar söyler, hastalığın adını bile anmazlardı. Salgının uğradığı şehirler artık birer ölü kent halindeydi. Hiçbir iş yapılamıyordu. İnsanlar sokak köşelerinde pazar ayinlerini icra etmeye çalışan rahipleri pencerelerinin arkasına saklanarak izlerlerdi.
Veba, kadınları ve bir yaşından küçük çocukları daha fazla etkiliyordu. Sokaklar çürüdükten sonra köpekler, kediler ve domuzlar tarafından parçalanmış cesetlerle dolardı. Şehir sahilde ise cesetler kayıklara doldurulup denize salınır, imkân olursa da denizde yakılırdı. Kokuşmuş cesetler yüzünden gökyüzü akbaba sürüleriyle doluydu. Birçok şehir aç kurtların saldırısına uğramıştı.
Cesetler, büyük çukurlara gömülürdü ve bu toplu mezarlarda 15 bin cesedin bulunduğu olurdu. Ölü gömücüler, ölü sayısına yetişecek kadar hızla çukur kazamıyorlardı. İnsanlar ne para, ne de ilişkilerini kullanarak ölülerini gömecek birisini bulamaz hale geldiler. Çukurların çoğu isimsizdi. Mezartaşı olanlarda da 'Bir gecede 100 kurban verildi, bu evden on kişi öldü' gibi ibareler yazılırdı.
Hıristiyanlık öncesinde vebayı durdurmak için tanrıların çok sayıda heykelleri yapılır ve bunlardan medet umulurdu. Meselâ, Antakya'nın ikinci kurucusu sayılan Dördüncü Antiochus zamanında çıkan veba salgınını sona erdirmek için halk, ilâhlardan yardım geleceği ümidiyle bir kayaya Yunan mitolojisindeki Cehennem Kayıkçısı'nın, yani Charonion'un heykelini oymuştu.
Ortaçağ'da papazlar, Afrika'dan geldiği zannedilen veba salgını sırasında kiliselerde su içmeyi yasaklamışlardı. Bu dönemde sadece şaraba izin verilirdi. Papazlar bol bol dua eder, Kitab-ı Mukaddes'in özellikle 'Hezakiyel' kısmını da tekrar tekrar okurlardı.Fındık ve incir yemek, çeşitli otlardan yapılmış haplar kullanmak vebadan kurtuluş çareleri olarak görülürdü. Et yenmezdi. Kimisi sebze yenilmesini öneriyor ama kimisi de sebzeden kaçınılmasını söylüyordu.'Yemekler yavaş yenmeli ve masadan aç kalkılmalıydı. Maden suyu ile içilen şarabın vücudu mikroplardan koruduğu iddia ediliyordu, üstelik bütün bu çareleri önerenler de o devrin doktorlarıydı.
GÜNAHKÂR OLAN ÖLECEK
Salgın dönemlerinde, Almanya'da, hastalığın ancak günahların affıyla ortadan kalkabileceğine inanan gruplar ortaya çıktı. Bu kişiler vebayı durdurarak dünyanın daha fazla zarar görmesini engelleyecek kutsal bir görevleri oluğuna inanıyor, kendilerini kamçılarla ve zincirlerle dövüyorlardı. Kitleler halinde Avrupa'nın çeşitli yerlerine dağıldılar. Yüzlerce kişiden oluşan gruplar sırtlarında kırmızı haç işlenmiş elbiseleriyle köyleri ve şehirleri ziyaret ederler, halk meydana toplandıktan sonra ilâhiler eşliğinde ellerindeki kamçılarla kendi sırtlarına ve göğüslerine vururlardı. Tarihlere 'kırbaççılar' diye geçen bu tarikatın mensupları kahraman olarak görülürler, halk kırbaççıların saçlarını ve kesik tırnaklarını toplardı.'Haç Kardeşliği' de denilen bu tarikat büyüdükçe vahşileşti ve aşırılaştı, ölüleri dirilteceklerini iddia etiller, vahşi seks partilerine katılmaya başladılar. Bu durum üzerine Papa Dördüncü Clement, I349'da Haç Kardeşliği'ni aforoz etti ve ileri gelenlerini de yaktırdı.
Gemilere ve hastalığın görüldüğü yerlere karantina uygulanırdı. Veba çıkan şehirlerde çan kulelerine siyah bayrak asılarak yoldaki gemilerin de durumdan haberdar edilmesine çalışılır, bu arada vebalılar ya evlerine hapsedilir yahut şehir dışına sürülürlerdi. Karnavallar, fuarlar ve ayinler gibi insanların toplu olarak bir araya geldiği toplantılar yasaklanmıştı.
EKONOMİYE YARADI
Avrupa 8. yüzyılda 25 milyon nüfusa ve kendisine bol bol yeten kaynaklara sahipti. Ama 13. yüzyıla gelindiğinde nüfusu 75 milyonu bulmuş ve kaynaklar bu kadar insana yetmemeye başlamıştı. İnsanlar beslenebilmek için ormanları yok ettiler, bataklıkları kuruttular, otlakları tarlaya dönüştürdüler. Ancak hayvanların yerinden edilmesi sonrasında gübre miktarının azalması yüzünden üretim bir türlü artmadı. Bu sırada iklim değişiklikleri de yaşanmaya başlandı. İklim soğudu, göller dondu, otlaklar buzullarla kaplandı. 1308 ile 1332 yılları arasında büyük kıtlıklar çıktı. İnsanlar ısırgan otundan kedi ve köpeğe varıncaya kadar ne buldularsa yediler. 1350'li yıllarda, işte bu şartlar altında büyük bir veba felâketi daha yaşandı. Tarihçi Philip Ziegler, 'Bu salgın, hızla üreyen ama gerekli kaynakları önceden sağlamamış bir toplumun kefaretidir' diye yazacaktı.
Veba, istihdam alanında da çok büyük zorluklara sebep oldu. Çalışan nüfusun yaklaşık üçte biri öldüğü için işçiler kölelikten kurtuldular, gündelikle, daha iyi şartlarla ve daha yüksek ücretle çalışmaya başladılar. Bazı yerlerde işçi ücretleri o derece arttı ki, rahatça geçinebilmek için haftada sadece iki gün çalışma yeterli oluyordu. İşgücünün az olduğu yerlerde ise işçilerin bütün istekleri yerine getiriliyordu. İşçiler çalışma saatlerini bile kendileri belirlediler. Bu durum demir, çivi ve kumaş gibi el emeği isteyen sanayi ürünlerinin fiyatını arttırırken tarım ürünlerine talep azaldığı için zirai mahsullerin değeri düştü, hayvan fiyatları da ucuzladı.
VEBA GİTTİ, TİFÜS GELDİ
Köylü nüfusunun azalmasıyla otlaklar tarla olmaktan kurtuldu, dolayısıyla inek ve koyun sayısı arttı. Bu artış ve koyunların diğer hayvanlara göre daha kolay yetiştirilir olması, köylüleri mutlu ve zengin etmişti. Yün sanayi giderek gelişti ve İngiltere'de hâlâ kullanılmakta olan 'koyunun bastığı kum altın olur' sözü bu dönemde ortaya çıktı.
Yün çılgınlığı, bu defa yeni bir salgına sebep oklu: Tifüse... Yünlü giysiler bitler için ideal barınaklardı. Vebanın yerini bu defa tifüs aldı ve bitlerin yaydığı bu hastalık 15. yüzyılda bütün Avrupa'da on binleri canından etti.
1300’lü yıllarda ağaç sayısı son derece azaldığı için Avrupa çöl olmak üzereydi ve ağaç kesenler hemen İdam edilirlerdi. Milyonları canından eden veba bu konuda bir işe yaradı: Önceden tahrip edilmiş ormanlar eski hallerini aldılar. Bugün Avrupa’daki büyük ormanların hemen hepsi, veba salgınları sonrasında ortaya çıktı.
Nitelikli işgücü azaldığı için mimari sadeleşti. Bu dönemde ölüm o kadar sıradan hale gelmişti ki, sanatçılar iskeletleri model olarak kullanmaya başladılar. Ölüm, elinde bir tırpanla veya kum saati ile resmedildi. Tablolarda mutlaka ölümü hatırlatan bir unsur vardı. Ressam Burkmair, karısını aynanın önünde otururken resmettiği tablosunda aynadan eşinin güzelliğini değil, kafatasını ve kemiklerini yansıtmıştı.Salgınlar, doktorların itibarını da ortadan kaldırdı. Tıp, hastalığı durduramıyordu. O devrin en dürüst doktoru, hastasına 'Çabuk kaç, uzağa git' diyen kişiydi.
Doktorların kıyafetleri, ölümden bile korkunçtu. Hastalık kapmamak için sivri gagalı tuhaf maskeler takıyorlardı. Bazıları hastalığı kapmamak için evlere bile girmez, tedavi yöntemini dışarıdan bağırarak söylerdi.
Salgın, tıbbın çaresiz kaldığı bu dönemde halk sağlığı kavramını gündeme getirdi. Zenginler hastalıktan korunmak için sağlık ekipleri ve 'veba evleri' kurdular. Yaygınlaşan karantina, özellikle denizcilikte standart bir uygulama haline geldi.
Papazlar arasında ölüm, oldukça fazlaydı, örneğin İngiltere'de, 1700 din adamının yarısı ölmüştü. Bu durum Latincenin eğitimdeki yerinin zayıflaması ve hâkimiyetinin sona ermesiyle neticelendi. Latince bilen din adamlarının azalması sebebiyle kiliselerde o ülkelerin dilleri konuşulur oldu ve ülke dilleri üniversitelerle mahkemelerde de yer buldu. Artık başta Aristo olmak üzere eski filozofların eserleri her ülkenin kendi diline çevriliyordu.
Kilisede salgınlar sonrasında oluşturulan yeni kadro, genellikle dini bakımdan yeterli bilgiye sahip olmayan kişilerden meydana geliyordu. Katolik kilisesi itibarını bu yüzden iyice kaybetti ve halkın din karşısında duyduğu hayal kırıklığı ‘Reform’ hareketiyle sonuçlandı.
YAHUDİLERİ VEBANIN MİKROBU ZANNETTİLER
Avrupa, veba mikrobunun bulunduğu 19.yüzyıla kadar, hastalığın sebebini hep başka yerlerde aradı.Doğu Roma yani Bizans İmparatoru Justinyen'e göre, vebanın sorumlusu eşcinsellerdi. İmparator, 538 yılında çıkarttığı kararnamede kıtlık, veba ve depremden eşcinselleri sorumlu tutuyordu.
Viyanalılar, vebanın ölülerin ağzından çıktığına inanılan, 'Pest Jungfrau' yani 'veba bakiresi' denilen mavi alevden yayıldığına inanıyorlardı. Litvanya'da ise, aynı bakirenin sağlam olanlara hastalık bulaştırmak için kırmızı bayrak salladığı inancı vardı.Veba, her ülkede ayrı bir biçimde tasvir edildi. Kör kadınlar, Yahudiler, sakatlar, siyah atlara binen adamlar vebanın algılanma şekli idi.
Sonraki devirlerde, vebadan diğer dinlere mensup olanlar sorumlu tutuldular. 1348'deki salgının sebebinin İspanya'da Araplar olduğu iddia edildi.Gözler daha sonra hep birden Yahudilere çevrildi. Hazreti İsa'yı öldürmüş olmakla, Hıristiyan çocuklarını kaçırarak işkence yapmakla ve şeytana hizmet etmekle suçlanıyorlardı. Kuyuların onlar tararından zehirlendiğine inanılıyordu ve vebanın sorumlusu da onlardı.
Dolayısıyla, Yahudilerin ortadan kaldırılmasıyla vebanın da yok olacağı söylendi ve 1348 baharında Güney Fransa'da ilk Yahudi katliamı yapıldı. Narbonne ve Carcassone'da yaşayan Yahudilerin tamamı öldürüldü. Basel'deki Yahudiler ahşap evlere doldurularak yakıldılar. Zürih, Yahudilerin şehre girmesini yasakladı. Öfkelenen tanrıyı yatıştırmak maksadıyla Bavyera'da 12, Erfurft’ta 3 bin Yahudi öldürüldü, Strasbourg'da da 2 bini diri diri yakıldı. Stuttgart'ta, Landsberg'de, Gotha'da, Strasbourg'da, Dresden'de, Köln'de, Mainz’de ve Avrupa'nın hemen hemen her tarafında bu tür katliamlar yaşandı. Bazı Yahudiler ise, cellâtların eline geçmemek için kendilerini yaktılar.
SALGININ ACI SONUCU: 11 MİLYON ÖLÜ
Avrupa’daki en büyük veba salgını 1348'de yaşandı ve sonraki salgınların hiçbiri bu salgın kadar yayılmadı ve öldürücü olmadı.Veba 1362'de ve 1369'da tekrar sahneye çıktı. Nüfusu 1330'da 120 bin olan Floransa, yaşadığı sekiz salgından sonra, 1427'ye gelindiğinde 37 bine düşmüştü. 1466'da Teselya'da yaşanan veba, etkisini Makedonya'da ve Trakya'da da gösterdi. 16. yüzyıl başlarında tekrar göründü, İtalya'yı tahrip etti ve Milano'nun nüfusu 250 binden 60 bine indi.Tarihin en korkunç veba salgınlarından biri, 1660'larda Londra'da yaşandı. 460 bin kişilik Londra'da 70 bin kişi öldü. Kraliyet ailesi Oxford'a kaçtı. 10 bin ev terk edildi. Şehirde suç da kalmamıştı, kanun adamı da. Hâkimler kırlara kaçmışlardı. Ancak bu salgından sonra Britanya adasında bir daha veba görülmedi. Zira gelişen önlemlerin yanısıra Londra'da 1666'daki yangında 13 bin 200 ahşap ev yanmış, bu evlerin yerine tuğla binalar inşa edilmiş, dolayısıyla farelerin barınakları ortadan kalkmıştı.
Avrupa’daki son büyük veba salgını 1720'de Marsilya da görüldü. Arkasında 80 bin ölü bırakan bu salgın, daha sonra Avrupa'nın yakasını bırakarak Ortadoğu'ya ve Asya'ya yerleşti. 1770'de Moskova'da, 1820'lerdcde Balkanlarda görüldü.Veba 19. yüzyılda eski etkisini kaybetmekle beraber, 1892'de Hindistan'da ortaya çıktı, 1894'te Hong Kong ve Canton'da 100 bin kişinin canını aldı.Bin yılda 11 milyon kişinin ölümüne sebep olan veba, 20.yüzyılda tarih sahnesinden yavaş yavaş çekildi. Son olarak 1950’lerde Madagaskar'da görüldü ve sonra tekrar kayboldu. İşin en korkutucu tarafı, incelenen son veba mikrobunun bilinen antibiyotiklere bağışıklı ve yepyeni bir tür olmasıydı.
VEBA NEDİR ?
Veba mikrobunu pireler, bitler ve fareler taşır. Hastalığın lenf düğümlerini şişirmesi, hastayı acılı bir ölüme götürür. Aslında kemiricilerde ve büyükbaş hayvanlarda görülen veba; pirelerin ısırma ile insanlara 'Yersinia Pestis' adı verilen mikrobu bulaştırmasıyla ortaya çıkar. Önce ısırılan bölgede, daha sonra da tüm organlarda tesirini gösterir.
Başlıca üç veba çeşidi vardır. 'Hıyarcıklı veba' kasıklarda, koltuk altlarında ve boyunda lenf düğümlerinin şişmesi, yüksek ateş, titreme, kusma, ishal ve sayıklama ile kendisini belli eder. En hafif veba olmasına rağmen ölüm oranı yüzde 50 ile 70 arasındadır.'Akciğer vebası' kanlı balgam, nefes darlığı ve morarmayla başlar. Üç gün devam eder ve sonuç genelde ölümdür.'Kara veba' olarak isimlendirilen 'septisemi vebası' ise dalgınlık, güçsüzlük, nefes darlığı, kanamalar ve koma ile anlaşılır. En tehlikeli veba sayılan bu türde ölüm kaçınılmazdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder