2 Ekim 2007 Salı

Osmanlı Devleti'nin Son Döneminde İlginç Bir Çıkar Savaşı: Bağdat Demiryolu Olayı

19.yüzyılın ortalarına doğru gelişen demiryolu endüstrisi,kendine kullanılmamış alanlar arıyordu. Osmanlı Devleti'nin geniş toprakları bu iş için biçilmiş kaftan görüntüsündeydi. Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemine rastlayan Anadolu-Bağdat demiryolu hattı inşa sürecinde demiryolları hakkındaki kararların hiçbirini Osmanlılar vermedi.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan Anadolu-Bağdat Demiryolu olayı, dünya tarihinin herhangi bir döneminde ender görülebilecek bir devletlerarası çıkar çatışmasını ve diplomasi savasını oluşturdu. Dönemin çoğu yazarlarının da belirttiği gibi, demiryolları hiçbir ülkede, Osmanlı Devleti'nde olduğu kadar siyasal bir kimlik kazanmadı, uluslararası rekabet bu denli büyük boyutlara ulaşmadı.
Batılı ülkelerin, üç kıtaya yayılan Osmanlı topraklarında yatırımlar yapma ve nüfuz bölgeleri kurma çabaları, İstanbul'dan Bağdat'a uzanacak bir demiryolunun Avrupa hatları ile birleştirilmesi düşüncesinin oluşmaya başlamasından sonra tüm yatırımcıların dikkatini bölgeye çekti. Güçsüz döneminde her bakımdan sömürülen bir devletin dramını yansıtan acı sahnelerle dolu bir demiryolu savaşı, elli yıldan fazla bir süre, diplomatik çarpışmalar, gizli anlaşmalar, tehditler aldatmalar ve devletlerin birbirini dolandırmaları ile eşi zor görülebilecek bir manzara sergiledi.
Döşenmesi planlanan demiryolu şebekesi o günün Osmanlı sınırlan içerisinde olduğundan, bütünüyle Osmanlı devletini ilgilendirdiği halde, kararların tümü Batılı ülkelerce alındı. Geriye bu kararı Babıali’ye kabul ettirme işi kaldığından siyasal, ekonomik ve hattâ askeri baskılar uygulandı.
On dokuzuncu yüz yılın ortalarına doğru gelişen demiryolu endüstrisinin kendine kullanılmamış alanlar aradığı bir dönemde, Osmanlı devletinin geniş toprakları, bu iş için biçilmiş bir kaftan görüntüsündeydi. Bu topraklar üzerinde diğer devletlere karşı her açıdan baskı unsuru olarak kullanılabilecek bir şebekenin yapımı için girişimde bulunan ilk ülke İngiltere oldu. 1856 Paris Antlaşması'ndan sonra bu işle ilgilenmeye başlayan İngiliz işadamlarından Albay Chasney, aynı yıl Babıâli’den ilk demiryolu imtiyazını almayı başardı. Fakat çalışmalarından bir sonuç çıkmaması, demiryollarının önemini kavramış bulunan İstanbul'u yani müteahhitler aramaya yöneltti. 17 Nisan 1869'da Avusturyalı banker Baron Hirsch ile Rumeli’de iki bin kilometrelik bir şebekenin yapımı için anlaşmaya varıldı.

MUSEVÎ BANKER

Bir devletin yabancı bankerler tarafından soyulmasının en belirgin bir örneğini oluşturan bu anlaşma, aynı zamanda Anadolu-Bağdat Demiryolu üzerinde oynanan devletlerarası oyunların da başlangıcını oluşturdu.
Osmanlı devleti, 2 bin kilometrelik demiryolunun yapımını üstlenen Baron'a kilometre başına 22 bin franklık teminat tabanı gösterdi. Bu teminatın 14 binini Türkiye, 8 binini de Baron sağlayacaktı. Ayrıca demiryolunun işletmeye açılmasından sonraki 99 yıllık imtiyaz da Hirsch'e bırakılıyordu.
Avusturyalı bankere gösterilen kolaylıklar bu kadarla da bitmiyordu. Osmanlı devleti Baron'a ait 8 biner franklık teminatları güvence altına alabilmek amacıyla 65 milyon frank tutarında bir ihtiyat akçesi ayırdı, demiryolunun gerektirdiği karayolları ve limanlar gibi inşaatı hızlandırıcı hizmetleri de yapmayı kabul ederek 400 frank değerinde yılda 12 frank faiz getiren 1 milyon 980 bin tahvil çıkararak teminatları sermayeye dönüştürdü ve bu tahvillerin tümünü, her biri 128.50 franktan Baron'a sattı. Baron Hirsch, ilk iş olarak bu tahvilleri bir bankalar sendikasına 150'şer franktan devrederek hiç bir emek harcamaksızın 4 milyon 157 bin franklık bir kazanç sağladı. Bütün bunlar olurken, demiryolunun inşaat çalışmaları daha başlamamıştı.

BARON YÜKTEN SIYRILIYOR

Gelişmelerden hiçbir ders almamış görünen Osmanlı Maliyesi taviz üstüne taviz vermeye ve devlet çıkarlarının tam aksini öngören yeni anlaşmalar yapmaya devam ediyordu.
İlk önce Baron'un sözleşmeye göre, 2 bin kilometre olan demiryolunu 1274 kilometreye indirme teklifi uygun bulundu. Gene Baron'a ait kilometre başına 8 bin franklık teminat götürü şekilde ve peşin olarak 31 milyon frank ödenerek Osmanlı devletince satın alındı. Hirsch böylece demiryolunun tamamlanmamış kısmının yükümlülüğünden sıyrıldığı gibi, tahvillerin tüm sorumluluğunu da Osmanlı devletine yıkıyordu.
Demiryolu olayının ilk perdesi, Osmanlı devletinin elinde 1274 kilometrelik, dış şebekelerle hiçbir bağlantısı yapılmamış bir demiryolu ve maliyenin sırtında 250 milyonluk istikraza karşılık 800 milyon franklık ödeme yükümlülüğü bulunduğu halde iniyordu.
Olayın ikinci aşaması, 4 Kasım 1988’de Haydarpaşa-İzmit-Ankara imtiyazının Almanya’ya verilmesiyle başladı. Almanya, Osmanlı sınırları içinde Fransız nüfuz ve sermayesinin alabildiğince azalmasını isteyen İngiliz ve İtalyanların Düyun-u Umumiye’deki temsilcilerini Deutsche Bank kanalı ile kendi tarafına çekmeyi başararak imtiyazı aldı ve aynı zamanda Doğu’nun ekonomik yaşamına da ilk kez girdi.
Padişahın, hattın Basra Körfezi’ne kadar uzatılması doğrultusundaki isteğini fırsat bilen Batı devletleri, bu kez de Ankara-Bağdat hattının imtiyazını koparmak için çalışmalara başladılar. İmtiyaz yarışında dört devlet başta gidiyordu: İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya. Diplomatik savaş da başlamıştı. Babıâli’ye gelen çok sayıdaki imtiyaz teklifinin yanı sıra, İstanbul’daki yabancı elçilikler birbirlerinin kuyusunu kazıyor ve Bağdat demiryolu hattı dünya sermaye piyasasını ilgilendiren bir sorun haline geliyordu.
O günlerde Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşan çıkar çatışmaları doğrultusunda gelişen demiryolu kavgası şöyle bir görüntü sergiliyordu:
Rusya, tarihinde her zaman egemenlik kurma eğiliminde olduğu Anadolu’da demiryolu şebekesi bulunmasını istemiyor ve engellemeye çalışıyor,daha da ileri giderek Anadolu'daki demiryolu imtiyazının peşinde koşan devletlerin çalışmalarını sabote etmeye ulaşıyordu. Rusya'nın bu girişimlerinde çıkabilecek bir savaşta, askeri ulaşımı kendi çıkarlarına uygun bir şekle getirmek ve Anadolu'dan asker sevkini engelleme arzusu yatıyordu.
Almanya, eline geçen bu fırsatla yakın doğunun iş piyasasına alabildiğince girmek ve bölgedeki İngiliz nüfuzunu kırarak Güney Anadolu'daki İngiliz çıkar bölgesini eline geçirmek arzusundaydı. Bunu gerçekleştirebilmek için Eskişehir-Konya arasını güneyden geçen bir hat ile bağlama ve bölgedeki taşımacılığın yanı sıra İngiliz tüccarlarının kârlarını da kendi vatandaşlarına aktarma çabasındaydı. Ayrıca, Anadolu demiryollarını Berlin hattının bir uzantısı şekline getirmek istiyordu.
Gene o dönemde, bölgede fazla etkili olamayan Fransa, koparabileceği küçük imtiyazlarla yetinmeye ve pahalı yatırımlara sermaye olarak katılmaya çalışıyor, İngiltere ile gizli görüşmeler yaparak Alman imtiyazından hisse koparma amacını güdüyordu.
İngiltere ise, Mısır'daki askeri gücünü artırma çabalarının ancak Almanya'nın desteği ile sağlanabileceğini düşündüğünden, elinden geldiğince bu ülkeye yakın bir politika izliyorsa da, Alman sermayesinin yetersiz yanlarını daha da kullanılmaz hale getirmekten geri kalmıyordu. Ancak, bölgede o dönemdeki güçsüzlüğü, Almanya'yı desteklemesini gerektiriyordu ve öyle de yaptı.

YENİ ORTAKLAR ARANIYOR

Demiryolu 1895 yılı sonunda Konya'ya ulaştı. Fakat Alman sermayesi işin devamını sürdürmeye yeterli değildi ve yeni ortaklar arandı. Fransa ile yakınlaşma politikası güden Almanya başarısızlığa uğradı ve 1896'da Fransız-İngiliz anlaşması sonucu yalnız kaldı. Almanya bunun üzerine, saray üzerindeki baskısını arttırarak, İngiltere'yi devre dışı bırakma çabalarına girişti, Fransa'yı kendi yanına çekerek 6 Mayıs 1899'da Osmanlı hükümetinden yeni bir İmtiyaz almayı başardı. Bu anlaşma gereğince sermayenin yüzde 60'ı Almanya'ya, yüzde 40'ı ise ise Fransa'ya ait olacaktı.
Konya-Bağdat imtiyazını böylece kaybeden İngiltere, duruma karşı çıkmadı ama, hattun Basra’daki son ucu olan Kuveyt'te yaptığı çalışmalar sonucu Kuveyt Limanı'nın imtiyazını yerli şeyhlerden ele geçirmeyi basardı. Rusya'da politikasını değiştirerek, Doğu Anadolu'da demiryolu döşeme hakkını elde etti.
Bütün bu gelişmeler Osmanlı devletinin görüşü hiç alınmadan, Batılı devletlerin kendi aralarında anlaşmalar sonucu ortaya çıktı. Babıâli ise dışında alınan kararları onaylamaya zorunlu tutuldu ve imtiyaz sözleşmelerine Osmanlı devletinin çıkarlarının tam aksini öngören maddelerin konulmasını da sessizce seyrederek, kabul etti.

SÖMÜRÜ HÜKÜMLERİ

1902 başında imzalanan Alman-Fransız anlaşması, demiryolu olayının gerisinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya topraklarının bölüşülmesi çabalarının yattığının tam bir kanıtını oluşturuyordu. Zorlamalarla Babıâli'ye kabul ettirilen bu anlaşma, o güne kadar örneği az görülmüş sömürü hükümlerini içeriyordu.
Demiryolunun 20 kilometre çevresinde kalan tüm maden ocakları, kurulacak inşaat şirketine devrediliyordu. Şirket gerekirse, ormanları da ayrı bir izne gerek kalmaksızın istediği amaçlarla kullanabilecekti. Şirket, dilediği yerde depolar ve ambarlar yapabilecek, deniz taşımacılığının gerektirdiği bütün limanları kendiliğinden kurabilecek ve imtiyazını alabilecekti. Elektrik enerjisi sağlanması amacıyla yapılacak işletme servisleri de bağımsız olarak çalışacaktı.
İnşaat çalışmaları sırasında çıkabilecek tarihi eserler da sözleşmede unutulmamıştı. Bulunan eserler üzerinde Osmanlı Devleti hak iddia edemeyecek ve gerektiğinde arkeolojik kazılar yapabilmesi için izin alma zorunluluğu kaldırılacaktı.
Babıâli, bu anlaşma hükümleri uyarınca geniş bir istikraz (borçlanma) daha yaptı ve hisse senetleri Hirsch olayında olduğu gibi, çok ucuz fiyatlarla elden çıkarıldı. 1903 Ekim’inde Fransız Bakanlar Kurulu'nun anlaşmayı reddetmesi üzerine hisse senetlerinin değeri borsalarda astronomik rakamlara ulaştı ve Osmanlı Maliyesi, milyarlarca frank tutarında yani bir borç yükünün altına girdi.Fransa'nın bu kararı üzerine tek başına kalan Almanya, projeyi Toroslardan öteye götürmeye yetecek malî gücü kendisinde bulamadı. Çalışmalara 5 yıllık bir ara verildi. 2 Haziran 1908'de imzalanan yeni bir sözleşme ile imtiyaz tekrar Almanya'ya verilerek yenilendi. Bu tarihten başlayarak Birinci Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı devleti ile Batılı ülkeler arasında birçok demiryolu sözleşmeleri imzalandı. Bu sözleşmeler sonucunda en kârlı çıkan ülke İngiltere oldu ve Basra’nın ticari egemenliğini ele geçirdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önceki son durum, Almanya ile İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını paylaşmamaları şeklindeydi. Savaş sonrasında Almanya, demiryolu üzerindeki tüm haklarından vazgeçerek bunları itilaf devletlerine bıraktı. Türkiye, cumhuriyetin ilanından sonra demiryolunun kendi sınırları içinde kalan bölümünün imtiyazını ilgili şirketlerden 1928’de 30 milyon 748 bin 472 İsviçre frangına satın alarak devletleştirdi. Yapılan ödeme planına göre; 1929, 1932, 1957, 1984, 1992 ve 2002 yıllarında borç taksitlerinin ödenmesiyle devletleştirme işlemi tamamlandı.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

31 Mart Vakası

Tarihimizin en çok tartışılan, günümüze de göndermeler yapıldığı bir ayaklanmanın tarihi 31 Mart 1909... Tarihi, somut gerçekler yerine kendi ideolojik inançları doğrultusunda eğip bükenlere bolca malzeme sunuyor. Bu topraklar 20. Yüzyıl'ı bir anlamda da ayaklanmalar yüzyılı olarak yaşadı ve 2000'li yıllara da bu kamburla girdi. Bunları besleyen sebepleri yalnızca bir iç sosyal sorun olarak gören saflar için söyleyecek sözümüz yok. Ama Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte başına bela edilen ayaklanmalara emperyalizmin kronolojisiyle birlikte bakınca ortaya çok soru çıkmakta...

II. Meşrutiyet’in ilanı pek çok çıkar grubunun ayrıcalıklarını yitirmesine yol açmıştı. Ordudan ayrılmak zorunda kalan alaylı subaylar, ilk kez zorunlu askerlik hizmetine tabi tutulan medrese öğrencileri, ittihatçılardan beklediği ilgiyi göremeyen eski muhalifler, saray üzerindeki etkinlikleri azaltılan dini ulemalar, geniş bir hoşnutsuzlar grubu oluşturmaklaydılar. İttihatçı görüşlere muhalefetiyle tanınan Kamil Paşa’nın sadaretten ayrılması ve yerine Hilmi Paşa'nın geçmesiyle muhalefet daha da sertleşti. İttihatçı listelerinden seçilen mebusların Meclis'te çoğunluk oluşturmasına rağmen ittihat ve Terakki Meclisi Mebusan'a hâkim değildi.Bu muhalefeti cesaretlendiren bir başka unsur olmuştu. Volkan Gazetesi ve İttihadı Muhammedi Derneği'nin Derviş Vahdeti önderliğinde yürüttüğü özelikle şeriat yanlılarının görüşlerinin öne çıktığı muhalefet sözcülüğü giderek bir ayaklanmanın zeminini oluşturuyordu. Bu arada Mizan Gazetesi’nde de gazetenin sahibi Mehmet Murat Bey (Mizancı) İttihak Terakki karşıtı görüşleri destekliyor, daha da ileri giderek hepsinin ülke tarihinden silinmesi gerektiğini söylüyordu. Volkan ve Mizan gazeteleri Abdülhamit'ten aldıkları para yardımlarıyla daha bir cesaretlenmiş İttihak ve Terakki'ye karşı yürüttükleri muhalefetin dozunu artırmaya başlamıştı. İttihat ve Terakkinin hükümeti hiçe sayarak ülkeyi fiilen yönettiği, pek çok yolsuzluğa karıştığı ve dini çevrelere uygulanan baskılarda başrolü oynadığı haberleri kimi kesimler üzerinde etkili olmaya başlamıştı.5 Nisan 1909'da Muhalif Serbestisi Gazetesi'nin başyazarı Hasan Fehmi'nin öldürülmesi ve katilerinin yakalanamaması İttihat ve Terakki'ye yönelik tepkilerin anmasına yol açtı. Bu arada Volkan Gazetesi'nin gerilimi artırıcı yayınlarıyla hoşnutsuzluk yer yer sokak çatışmalarına dönüşüyordu.Doruk noktasına gelen gerilim, 12–13 Nisan (30–31 Mart 1327) tarihinde İstanbul Taşkışla'da bulunan IV. Avcı Taburu’nun şeriat istemiyle ayaklanması sonucu isyana dönüştü. Subaylarını hapsettikten sonra Sultanahmet'e gelerek Meclisi Mebusan’ı kuşatan tabura, ulema ve medrese öğrencileri de katılmış, 3 bin kişiyi (farklı kaynaklara göre bu sayı 6 bin) bulan kalabalığa karşı hükümetin pasif kalması isyancıları umutlandırmıştı. İsyancılar ayaklanmanın desteklenmesi, şeriat yasalarının uygulanması, ayaklanmaya karşı olan Harbiye Nazırı ile Hassa Komutanı'nın görevden alınması, Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey’in istifası, ordudan uzaklaştırılmış alaylı subayların tekrar orduya kabulü, medrese öğrencilerine zorunlu askerliğin kaldırılması, ayaklanmacıların yargılanmaması yönündeki isteklerini Meclis’e ve padişaha ilettiler.

HÂKİMİYET CEMİYETTE

Hükümetin istifa karan vermesi üzerine imparatorluk Başkenti'nde hâkimiyet İttihadı Muhammedi Cemiyeti'ne geçti. Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi'nde, kanunların şeriata uygun hale getirileceğini, İttihat ve Terakki'nin yer almayacağı yeni bir hükümetin kurulacağını yazdı. İttihat ve Terakki Cemiyet merkezi; cemiyet yanlısı Tanin, Şurayı Ümmet gazetelerinin saldırıya uğraması sonucu ittihatçı kadroların önde gelenleri İstanbul’u terk etti. Bu arada isyancılar Adliye Nazırı Naim Paşa, Lazkiye Mebusu Asan Bey ile kimi okullu subayları öldürdüler ve Harbiye Nazın Rıza Paşa'yı yaraladılar.Olaylar İstanbul’da bu yönde gelişirken Selanik'te bulunan III. Ordu ayaklanmaya karşı kesin bir tavır aldı. Meşrutiyet hareketini başlatan isimlerin ağırlıklı olarak yer aldığı Selanik İttihat ve Terakki Cemiyet ve III. Ordu subayları cemiyet aracılıyla padişaha uyarı telgrafı gönderdiler. Telgrafın İstanbul’a ulaştığı 14 Nisan'da Tevfik Paşa başkanlığında yeni bir kabine kuruldu. Gazi Ethem Paşa Harbiye Nazırlığı’na getirildi. III. Ordu da ayaklanmayı bastırmak üzere Hareket Ordusu adında yeni bir ordu kurdu. Hareket Ordusu'nun Selanik'ten yola çıktığı haberi gelince en baştan beri Derviş Vahdeti ve İttihadı Muhammedi Cemiyeti'ne yakın duran Ahrar Partisi de ayaklanmayı desteklemekten vazgeçerek ulemayı sorumlu tutan bir tavır aldı.

ŞEVKET PAŞA DİRENDİ

19 Nisan'da Hüsnü Paşa komutasında Yeşilköy'e gelen Hareket Ordusu İstanbul halkına yayınladığı bir beyanname ile 31 Mart ayaklanmasının istibdada dönmek amacıyla yapıldığını ve ayaklanmanın sorumlularının cezalandırılacağını duyurdu.Hareket Ordusu’nun komutanlığını devralan Mahmut Şevket Paşa'nin da 22 Nisan'da Yeşilköy'e gelmesinden sonra İstanbul'dan gelen Ayan Meclisi üyeleri ve mebuslar ile bir toplantı yapıldı. Toplantıda II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi görüşleri üzerine Mahmut Şevket Paşa: "Ben, 'askeri, Meşrutiyeti ve padişahı kaldırmak isteyenleri cezalandıracağız; padişahın ve milletin canı tehlikededir' diye geldim. Padişahı tahttan indireceğimizi asker duyarsa ayaklanır, mahvoluruz. Bu zamanı gelince konuşulacak bir konudur" diyerek bu önerileri reddetti.Hareket Ordusu'nun karşısına çıkmanın suç sayılacağı ve şiddetle cezalandırılacağı yönünde yapılan Meclis bildirisi ile ordunun girişimine yasallık kazandırılınca Hareket Ordusu, 24 Nisan'da İstanbul'a girdi. Taksim ve Taşkışla'da direnen birlikler top ateşiyle teslime zorlanarak kısa sürede Başkent’e hâkim olundu. Sıkıyönetim ilanının ardından kurulan Divan-ı Harb'de Derviş Vahdeti ve ayaklanmanın elebaşlarından 13 kişi idama mahkûm edildi.27 Nisan'da toplanan Meclis-i Milli, II. Abdülhamit'i tahttan indirerek yerine Mehmet Reşad'ı getirdi. Abdülhamit ve yakınları sürgüne gönderilirken, ayaklanmayı destekleyen gazeteci ve Mizan Gazetesi'nin sahibi Mehmet Murat Bey (Mizancı) Rodos'ta ömür boyu hapis; Mevlanazade Rıfat, 10 yıl sürgün cezalarına çarptırıldı.

II.Abdülhamit

II. Abdülhamit tahta çıkar çıkmaz I. Meşrutiyet'i ilan etti ve bir anayasa hazırlattı. Bu ilk Anayasa (Kanun-i Esasi) 23 Aralık 1876'da ilan edildi. Kısa bir süre sonra Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Osmanlı orduları yenildi. Mebuslar Meclisi'nde hükümet ağır eleştiriler aldı. Sinirlenen Abdülhamit Meclisi Mebusan'ı tatil etti.Böylece 30 yıl sürecek bir istibdat dönemi başlamış oldu. Dış borçları ödemeye çalışan II. Abdülhamit alacaklı devletlerin "Düyun-u Umumiye" adı altında uluslararası bir örgüt kurarak devlet gelirlerine el atmalarını engelleyemedi. Bu arada İstanbul’un ve diğer illerin imar işleriyle ilgilendi, ayrıca batı esaslarına göre eğitim yapan pek çok okul kurdu. II. Abdülhamit’in açtığı okullarda yetişen yeni kuşak, ülkenin içerisinde bulunduğu durumu hoş karşılamıyordu. Yeni düşünceleri paylaşan diğer aydınlarla buluşup gizli dernekler kurdular. Bu aydınlara da Jön Türkler (Genç Türkler) dendi. Ardından bütün gizli dernekleri çatısı altında toplayan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti kuruldu. Sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti adını aldı. Cemiyetin asker üyeleri, 1908'de saraya başkaldırdılar. Sonunda II. Abdülhamit Meşrutiyeti yeniden ilan etti. Seçimler yapıldı ve parlamento oluşturuldu. 31 Mart Vakası sonunda II. Abdülhamit tahttan indirildi, Selanik'e gönderildi, Balkan Savaşı'nda İstanbul’a getirildi. 1918'de Beylerbeyi Sarayı'nda öldü. Sultan Mahmud Türbesi’ne gömüldü.

Mehmet Murat Mizancı

1854 Dağıstan doğumlu Mehmet Murat, Hariciye Matbuat Kalemi'nde çalıştı ve mülkiye ile hukuk okullarında öğretmen ve yönetici olarak görevler aldı. Duyun-u Umumiye'nin başında olduğu 1877–1895 yılları arasında özelikle İngiliz hariciyesiyle yakın ilişkiler kurdu. Daha sonra Paris'e giderek Jön Türkler içinde yer aldı. Mizan Gazetesi’ni Mısır'da yayınlayınca hakkında gıyabi idam kararı verildi. 1896–1897 arasında Jön Türkler başkanlığı yaparken gazetesini Cenevre'ye taşıdı. Padişahın reform vaatleri üzerine İstanbul’a döndü. Şüray-ı Devlet Maliye Dairesi üyeliğine atandı. Bu arada Jön Türkler'le arası bozulmuştu. 1908'de Şüray-ı Devlet üyeliğinden istifa ederek Mizan'ı yeniden çıkarmaya başladı. Mizan, İttihak ve Terakki'ye karşı çıkıyor ve tutucu çevrelere yakın yayın yapıyordu. Mizancı, 31 Mart sonrasında yargılanıp ömür boyu kürek cezasına çarptırılıp Rodos'a gönderildi. 1917'de İstanbul’da öldü.

Derviş Vahdeti

Volkan Gazetesi'nin yayıncısı olan Derviş Vahdeti, Lefkoşa'da 1869'da doğdu. Nakşibendî Tarikatı'na giren Vahdeti,1902'de İstanbul’a geldi ve devlet hizmetine başladı. Saraya yakın ulemayı kendi görüşleri etrafında örgütleyince sarayı kızdırdı, Diyarbakır’a sürüldü. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra bağışlanınca döndüğü İstanbul’da Volkan Gazetesini çıkarttı. Gazete İttihat ve Terakki karşıtı görüşleriyle şeriat yanlılarından, ademi merkeziyetçilerden, II. Abdülhamit'ten ve o günler için daha da önemlisi İngilizlerden büyük destek gördü. Derviş Vahdeti 31 Mart ayaklanmasında önemli rol üstlendi, ayaklanma bastırılınca 1909'da asıldı.

Mizan Gazetesi

Mizan Gazetesi, Mehmet Murat (Mizancı) tarafından 21 Ağustos 1886'dan başlayarak 11 Aralık 1890’a kadar haftalık yayınlandı. 1896'dan sonra kısa bir süre Paris, Kahire ve Cenevre'de basılan gazete Meşrutiyet'in ilanıyla yeniden İstanbul'da çıkmaya başladı. İttihat ve Terakki'ye karşı olan görüşleri ve 31 Mart ayaklanmasına verdiği destek sonucu kapatıldı. Dönemin en ilgi gören yayınıydı.

Volkan Gazetesi

Derviş Vahdeti tarafından İstanbul’da çıkarılan günlük gazete Volkan "insaniyete hadim dini, siyasi gazete" kimliğiyle 11 Aralık 1908'de yayına başladı. Kısa bir süre sonra Derviş Vahdeti'nin kurucusu olduğu İttihadı Muhammedi Derneği'nin sözcülüğünü üstlendi. Saidi Nursi ve Hasan Tahsin en önemli yazarlarıydı. 31 Mart isyanının ardından gazete hükümetçe kapatıldı.

15 Haziran 2007 Cuma

Osmanlı Borçları

Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyılında dış borçlar sürekli arttı ve sonunda ödenemez hale geldi. Bu yazıda, imparatorluğun dış borç batağına nasıl saplanıp kaldığı ve iflasa sürüklendiği anlatılacak.

Dış borç ilk kez ne zaman düşünüldü?

Osmanlı'nın mali durumu 17. yüzyılın sonlarından itibaren kötüleşmişse de halktan olağanüstü vergiler yoluyla toplanan paralar sayesinde, bir süre daha vaziyet idare edilmiştir. Ancak 18. yüzyılın son çeyreğinde, arka arkaya gelen büyük yenilgiler ve ödenen harp tazminatları nedeniyle ekonomik durum iyice kötüleşmişti.1787 yılında Rusya ile savaşa girildiğinde, sefer masrafları için gerekli para hazinede yoktu. Savaşın sonraki yıllarında nakit para ihtiyacı iyice arttı. Yabancı bir devletten borç almanın Osmanlı İmparatorluğu’nun mali durumunun dışarıya teşhir edilmesi olacağı ve düşmanlarının cesaretini artırmaya yarayacağı düşünüldüğü için, başlangıçta bu yolun üzerinde fazla durulmadı ise de, ülke içinden gerekli para temin edilemeyince borç alınacak yabancı bir devlet aranmaya başlandı.İlk olarak Hollanda (Felemenk) ile temasa geçildi. Fakat iki ülkenin uzaklığı, para birimleri arasındaki fark ve borca karşılık verilecek tarım ürünlerinin ayanların elinde olması nedeniyle problemler yaşanacağı görülünce vazgeçildi.Daha sonra İspanya elçisine müracaat edildiyse de elçi, ülkesinin bu savaşta tarafsız olduğunu söyleyerek hükümetinin bu işe sıcak bakmayacağını bildirdi.Son bir ümitle Fas Sultanı'na başvuruldu ama oradan da olumlu bir yanıt alınamadı. Bunun üzerine devletin ve halkın elindeki altın ve gümüş eşyalar toplanarak, darphanede para bastırılmak suretiyle savaş ihtiyaçlarının bir kısmı karşılanabildi.

İlk borç girişiminden vazgeçilmesi

19.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomisi iyice kötüleşti. Ekonomik durumu düzeltmek için bir çıkış arandığı sırada İngiliz elçisi Canning, Abdülmecid'e sunduğu reform planında, dışarıdan borçlanmayı hararetle tavsiye etmişti.Avrupa'da o sıralarda sermaye fazlası vardı ve bunun kullanılacağı yerler aranıyordu. Sermaye çevreleri yayımladıkları çeşitli broşürlerle, bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu'nun reform hareketlerini överek Avrupa kamuoyunun güvenini artırmaya, diğer taraftan ise Osmanlı maliyesinin düzeltilmesi için borç alınması gerektiği konusunda İmparatorluk yetkililerini iknaya çalıyorlardı.1850 yılında Osmanlı maliyesi aylıkları ödeyemeyecek duruma gelince, Sadrazam Reşid Paşa ve diğer devlet ileri gelenleri dışarıdan borç almak için harekete geçtiler.Bu duruma karşı çıkan padişahın eniştesi Fethi Paşa ise Abdülmecid'i borç almaktan vazgeçirdi. Ancak borç antlaşması imzalandığı için, Osmanlı İmparatorluğu, mukavelenin feshi yolunda, 2 milyon 200 bin Fransız Frangı tazminat ödedi.

İlk dış borç ne zaman ve nasıl alındı?

Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile Kırım Savaşı’na girdiğinde, bu harbin getirdiği parasal yükü karşılamak için, 1854 yılında savaş sürerken, tarihinde ilk defa dışarıdan borç para almak zorunda kaldı.Londra ve Paris'teki Palmer ve Goldschmid isimli iki banka grubundan 3 milyon sterlin borç alındı. Bu paranın 700 bin sterlinine bankacılık masrafları ve borcun ilk taksiti olarak el konuldu. Kalan miktarın tamamına yakınıysa Kırım Savaşı için harcandı.İlk borcu alan Abdülmecid bu konuda şunları söylemiştir: "Borç almamak için çok çalıştım. Lakin durum bizi borç almaya mecbur etti. Bunun ödenmesi, gelirlerin artmasıyla olur. Bu da ülkenin imarıyla olur."

Düyun-ı Umumiye'ye kadar ne kadar borç alındı?

Alınan ilk borç savaş için harcandığından, bir müddet sonra hem borcu ödemek hem de diğer ihtiyaçlar için yeniden borç alınmak zorunda kalındı.1855 yılında alınan miktar ise 5 milyon sterlindir. Bu borç oldukça olumlu şartlar altında alınmıştır. Muhtemelen İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğumu borçlanmaya alıştırmaya çalışıyorlardı. Alınan bu borçları bir müddet sonra İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı maliyesini denetleme istekleri izledi. Osmanlılar denetlemeye uyar gibi görünseler de bu iki devletin memurlarının işlerini engellemek için ellerinden geleni yaptılar.Takip eden yıllarda, borçlanma artarak devam etti. Artık dışarıdan borç almak, Osmanlı devlet adamlarına hem kolay bir yol olarak görünüyor hem de bir alışkanlık haline gelmiş bulunuyordu.1858'de alınan borcun ardından 1860'ta yeniden borç alma ihtiyacı doğdu. Ancak daha önce kolaylıkla borç veren Avrupalılar bu kez birçok şart ileri sürdüler.İstenilenler şunlardı: Yabancılar devlet emlakını satın alma veya kiralama hakkına sahip olacaklar, devlet emlakı rehin gösterilmek suretiyle tahvil çıkarılacak, vakıf sistemi kaldırılacak, Osmanlı maliyesi uluslararası bir komisyonun denetimine girecek, devletin sahip olduğu orman, maden ve araziler özelleştirilerek bir komisyon tarafından işletilecek.Avrupalılar, baştan beri hedefledikleri Osmanlı İmparatorluğu'nun denetlenmesi çalışmasının zamanının geldiğine kanaat getirerek harekete geçmişlerdi. Ancak bu şartları inceleyen Osmanlı devlet adamları, bu isteklerin kabulünün yabancı devletlerin vesayeti altına girmek olacağını düşünerek reddettiler.Borç para ihtiyacı ise Mires adlı bir Fransız bankerden daha fazla faiz ve emisyonla alındı. Abdülaziz zamanında da borçlanma artarak devam etti. Adülmecid döneminde 16,5 Milyon Osmanlı Lirası borç alınmışken, Abdülaziz zamanında bu miktar 97 milyon 708 Osmanlı Lirası oldu.Alınan borçların yarısı emisyon kaybına uğradığından, devletin eline yukarıda belirtilen miktarların sadece yarısı ulaştı. Faiz ödemeleri ve diğer masraflar çıktıktan sonra devlet kasasına ulaşan miktar, borç alınan paranın yüzde otuz üçü idi.Ayrıca alınan borçlar verimli olarak kullanılmadı; önemli bir bölümü savaş masraflarına, bir bölümü de saray vs. yapımına harcandı. Bu yüzden vadesi gelen borçları ödemek için yeni kaynaklar meydana getirilemediğinden tekrar tekrar borç alındı ve borçlar artarak birikti.

Borçlar ödenemeyince ne oldu?

İmparatorluk borç yükünü taşıyamadı ve sonunda ilk borç alışından 21 yıl sonra 1875'de, resmi bir bildiri yayımlayarak 5 yıl süreyle borç taksitlerinin sadece yarısını ödeyebileceğini ilan etti.Bu ilan aynı zamanda devletin iflasını da bildiriyordu. Osmanlı hükümetinin bu kararı Avrupa'da şiddetli protestolara neden oldu. Ancak yarım ödemeler de yapılamadı. Hükümet, 1876'nın Nisan ayında, bütün borçların ödenmesini durdurdu.Bu yıllarda çıkan Osmanlı-Rus Savaşı’nda Avrupa kamuoyu, borçlarını ödememesi nedeniyle Osmanlı'ya tavır almış ve Rusya karşısında onu yalnız bırakmıştı. Bu savaş bitene kadar, borç sorunu bir müddet askıya alındı. Savaşın ardından toplanan Berlin Kongresinden, 'Osmanlı maliyesinin kontrolü için uluslararası bir kurul oluşturulması' yönünde bir 'tavsiye kararı' çıktı.İflasın ilan edildiği 1875 yılında Osmanlı hükümetinin iki üyesi, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ve Divan-ı Ah-kâm-ı Adliye Nazırı Midhat Paşa, kendi aldıkları karar gereği, piyasadaki devlet tahvillerinin değerinin düşeceğini bildikleri için, bu karar açıklanmadan kendi ellerindeki tahvilleri satarak haksız kazanç sağlamışlardır.

Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin kuruluşu

Osmanlı-Rus savaşı, zaten iyi durumda olmayan Maliye idaresini iyiden iyiye kötüleştirir. Yeni tahta çıkan II. Abdülhamid saray ve devlet giderlerini kısmışsa da devlet gelirlerinin yaklaşık yüzde 80'i dış borçlara gittiği için tür önlemler yeterli değildi. Osmanlı Bankası ve İstanbul'daki diğer bankerlere olan borcunu ödemek üzere, Osmanlı hükümeti 1879'da onlarla bir antlaşma yaparak borcunu 10 yılda ödemeyi taahhüt etti. Teminat olarak da tütün, tuz, pul, balık, bazı yerlerin ipek vergisiyle alkolden sağlanan gelirleri gösterdi. Oluşturulacak bir komisyon, bu altı gelirin yönetimini üstlenecekti. Bu idareye Rüsum-ı Sitte (Altı resim / vergi) denilmiştir. Bu idare kurulunca dış alacaklılar Galata bankerlerine imtiyazlı davranıldığını ileri sürerek protestolarda bulundukları gibi, İngiltere ve Fransa da elçileri vasıtasıyla resmî protestolarını dile getirdiler. Dış borçların durumu artık siyasi bir vaziyet kazanmıştı. Osmanlı hükümeti yabancı devletlere, borçlar konsolide edilmediği takdirde hiç kimsenin eline bir şey geçmeyeceğini, elinde tahvil bulunan binlerce Avrupalının her şeylerini kaybedeceğini bildirdi. Bu açıklama üzerine ilgili devletler, 'Osmanlı gelirleri yalnızca kendi temsilcileri tarafından denetlendiği takdirde' konsolidasyonu kabul edeceklerini bildirdiler. Görüşmeler sonucunda 1881 yılında Düyun-ı Umumiye (genel borçlar) isimli bir komisyon oluşturuldu. Komisyon İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğundan birer üye ile Galata bankerlerinin bir temsilcisinden oluşuyordu. Bu komisyon Osmanlı maliyesinden ayrı olarak dış borçların ve Rusya'ya olan savaş tazminatının ödenmesi işini üstleniyordu. Bu komisyonun kurulması hicri takvim ile Muharrem ayına geldiği için, bu olay Muharrem Kararnamesi olarak da bilinir.

Düyun-ı Umumiye'nin çalışması

Düyun-ı Umumiye tuz, pul, balıkçılık, ipek, tütün ve alkolden alınan vergilerle damga resmi ve bazı bölgelerden alınan vergiler (Bulgaristan vergisi, Kıbrıs'ın gelir fazlası. Doğu Rumeli vergisi) gibi önemli gelir kaynaklarını doğrudan denetim altında tutuyordu. Ayrıca kuruma, tütün ve tuz alanlarında gerekli değişiklikleri yapma ve 'tekel' tarzında yönetme yetkisi verildi.Bu denetim karşılığında Osmanlı borçlarında yüzde 60'lık bir indirime gidilmişti. Yaklaşık olarak 253 milyon Osmanlı Lirası'na ulaşmış olan borcun 146 milyonu silinmiş ve borç 106 milyon liraya düşürülmüştü. Ayrıca faiz oranları da indirilmişti.Düyun-ı Umumiye idaresi ilk başta Sirkeci'de bir binada çalışmalarına başladı. I897'de Cağaloğlu'nda kendisi için yaptırılan büyük binaya (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) taşındı, İstanbul’da genel müdürlüğe bağlı olarak, imparatorluğun önemli şehir ve bölgelerinde başmüdürlükler açıldı.I.Dünya Savaşı başlarında bu komisyonda 182'si yabancı, tam 5 bin 537 kişi çalışıyordu. Ayrıca ürün toplama zamanlarında pek çok geçici eleman da kullanılıyordu. Avrupa sanayi çevreleri bu idarenin kurulmasından sonra Zonguldak kömür madenleri, Bursa ipek sanayi, alkollü içki üretimi, elektrik, havagazı, su şirketleri gibi alanlarda üretime egemen oldular.

Düyun-ı Umumiye'nin İmparatorluk üzerindeki etkisi

Duyun-ı Umumiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun mali bağımsızlığını ortadan kaldırdığı ve 'devlet içinde devlet' hüviyeti kazandığı için genellikle olumsuz bakılan bir kurumdur.Düyun-ı Umumiye komisyonu tütün öşrünü 1883'te kurulan Reji idaresine devretmişti. Bu şirket zarar etse dahi her yıl 750 bin lirayı Düyun-ı Umumiye'ye ödemekle yükümlüydü.Reji idaresi Osmanlı ülkesinin her tarafına ulaşan teşkilatı ve sayıları bini geçen kolcularıyla, tütünü köylüden ucuza alabilmek için her türlü faaliyeti gösterdi. Tütün ekicileri ürünlerini 3-4 misli fazla fiyat veren yabancı alıcılara vermeyi tercih ediyorlardı. Bu nedenle kolcularla tütün ekicileri arasında çıkan çatışmalarda, 1883-1902 yılları arasında binden fazla insan ölmüştür.Reji idaresi, Lozan Anlaşması’na kadar Osmanlı köylüsünü sömürmeye devam etmiştir. Bazı tarihçiler, Düyun-ı Umumiye'nin kimi yönleriyle Osman devletine fayda sağladığı kanaatindedirler. Bu komisyon sayesinde Osmanlı maliyesine bir çeki düzen verildiği, tarımda bazı gelişmeler yaşandığı öne sürülür. Düyun-ı Umumiye idaresinin, devlet kaynaklarının verimli işletilmesinde ve borçların bir düzen içinde ödenmesinde faydalı olduğu söylenir. Daha önceleri alınan borçlar verimli yatırımlara dönüştürülememişken, bu komisyon döneminde alınan borçlar, alt yapı yatırımlarına harcanmıştır. Düyun-ı Umumiye'nin en önemli faydası ise etkili bir vergi tahsilatını sağlamasıdır.

Düyun-ı Umumiye'den sonra borçlanmaya devam edildi mi?

Muharrem Kararnamesi'nden sonra İmparatorluk 5 yıl dışarıya yeni bir borçlanma yapmadan Osmanlı Bankası'dan aldığı avanslarla idare etmiştir. 1886'ya gelindiğinde bankadan alınan para 4,5 milyon lirayı bulmuştu. Bankaya olan borcun konsolide edilmesi için yeni bir antlaşma yapıldı ve bundan sonra tekrar dışarıdan borç alınmaya başlandı. 1908'e kadar yapılan 17 antlaşma ile 46,5 milyon liralık borç alındı. Bu dönemde düşük tempoda borç alınmış ve bunların maliyeti de önceki döneme göre daha az olmuştur.1908'den sonraki yıllarda, borçlanma temposu hızlanmıştır. I.Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde 56 milyon liralık borç alınmıştır. Bu dönemde alınan borçların yüzde 27'si altyapı yatırımlarına, özellikle de demiryolu yapımına harcanmıştır. I.Dünya Savaşı başladığında, Osmanlı'nın ödediği borç miktarı gelirlerinin yüzde 30'una çıkmıştı ve bütçesi yılda 5 milyon lira açık veriyordu.

Osmanlı Borçlarının ödenmesinin sona ermesi

Osmanlı İmparatorluğu'nun dış borçları, bu devletin siyasi ve ekonomik gelişmesine darbe vurduğu gibi, kuruluş yıllarında Türkiye Cumhuriyeti'ni de sıkıntıya sokmuştur.Lozan Antlaşması ile Osmanlı borçlarının bir kısmı Türkiye'ye ve Osmanlı'dan ayrılan diğer devletlere devredildi. Borç paylaşımında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden Türkiye ile alacaklılar arasındaki antlaşma ancak 13 Haziran 1928'de imzalanmıştır. Türkiye, Osmanlı'nın 161 milyon liralık borcunun 107 milyonluk kısmını yani yaklaşık yüzde 67'sini ödemeyi üstlenmiştir. Antlaşma gereği borç 99 yılda ödenecekti. Bütün borçların ödenmesi, belirlenen süreden önce, 1954'te bitirildi. Böylece 1854'te başlayan dış borçlanma macerası 100 yıl sonra kapandı.

9 Haziran 2007 Cumartesi

Musul Meselesi

Uzun yıllar Osmanlı yönetiminde kalan ve Mondros Mütarekesi'nden sonra İngilizler tarafından işgal edilen Musul, mütarekeden sonra işgal edildiği için Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeralıyordu. İngiltere zengin petrol kaynaklarına olan yakınlığı sebebiyle Musul'u Türklere vermek istemiyordu. Lozan Konferansı'nda çözümlenemeyen Musul Meselesi, Lozan Antlaşması'ndan sonra Türkiye ile İngiltere arasında uzun süre anlaşmazlık konusu oldu. Sorun, 1926'da çözümlendi ve Musul Irak sınırları içinde kaldı.

Giriş

Musul Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak'tan ayrı olarak, yukarı "El-Cezire" bölgesi içinde gösterilmiştir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra ise bölge daha çok siyasî sebepler yüzünden Irak'ın parçası olarak kabul edilmiştir.Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti'ne bağlanmıştır. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar değişik Türk devlet ve beyliklerinin hâkimiyet sahaları içerisinde yer almış, Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul görmüştür. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hüküm süren Türk devlet ve beylikleri sırayla şunlardır: Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler.Musul, Osmanlı hâkimiyetine ilk olarak Yavuz Sultan Selim'in 1514 tarihli Çaldıran Seferi'yle girmiş, Kanuni Sultan Süleyman'ın 1534-1535 tarihinde gerçekleştirdiği Bağdat Seferi'yle bu hâkimiyet perçinlenmiştir. Osmanlı hâkimiyeti ile Musul, Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi olmuştur. XX. yüzyılın başlarında vilâyetin nüfusu ise 350.000 civarındadır.İtilaf Devletleri gerek Paris Barış Konferansında gerekse San Remo görüşmelerinde Musul'u aralarında pazarlık konusu yapmışlardır. 25 Nisan 1920 tarihinde San Remo'da imza edilen Musul petrolleri konusundaki anlaşma galip devletlerin petrol paylarını tespit etmekteydi. Buna göre, petrol şirketi devamlı olarak İngiliz yönetiminde kalacak, ayrıca İngiltere hisselerin %75'ine sahip olacak ve eski Alman hissesi olan % 25'lik pay ise Fransa'ya devredilecekti.Musul üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti, I. Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüştür. I. Dünya Savaşı ile İtilaf Devletleri'nin Musul üzerindeki siyasî emelleri Irak Cephesi'nin açılmasına sebep olmuş, savaşla birlikte Hindistan'dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra'ya çıkarak kısa zamanda Bağdat'a kadar ilerlemişlerdi. Osmanlı Devleti Irak Cephesi'nde önemli başarılar elde etmesine rağmen, savaşın sonuna doğru diğer cephelerde olduğu gibi, Irak Cephesi'nde de geri çekilmek zorunda kalmıştır. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul'da bulunmakta idi. Öte yandan İngilizler ise süratli bir işgal hareketi ile Musul'a hâkim olma çabası içerisindeydiler.Musul meselesi, Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ile başlayıp, 1926 yılı Haziran ayına kadar geçen süre içinde çeşitli safhalardan geçmiş ve yeni Türk Devleti'nin İngiltere'yle olan ilişkilerinin temel meselesini oluşturmuştur. Bu mesele zaman zaman Türk-İngiliz ilişkilerini savaş noktasına dahi getirmiştir.

Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı Sırasında Musul'un Durumu

Türk Ordusu'nun 1915 yılı Kasım ayında İngilizler'i Kut'ul-Amare'de yenilgiye uğratmasına rağmen, bu zaferin olumlu neticeleri elde edilememiş, takviye edilen İngiliz birlikleri bölgede yavaş yavaş hâkimiyetlerini tesis etmeye başlamışlardı. Bağdat'ın Mart I917'de İngilizler'in eline geçmesiyle Türk ordusunun kuzeye çekilmesi hızlanmış, Musul vilâyeti ciddî bir işgal tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından birkaç gün önce Musul'da 6. Ordu Komutanlığı'na getirilen Ali İhsan Paşa, Mütareke'nin imzalanmasına kadar Musul'un İngilizler'in eline geçmemesi için gayret sarfetmesine rağmen, bunda başarılı olamamıştır. 25 Ekim'de başlayan İngiliz taarruzu 30 Ekim'de önemli sayıda Türk birliğinin esir edilmesi ile sonuçlanmıştı.Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00'de) itibaren, geri çekilmekte olan Ali İhsan Paşa'nın 6. Ordusu olduğu yerde durmuştu. Bu sırada 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde idi. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınkopru, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu. Yâni Mütareke'nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu'nun elinde idi.Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği hâlde, İngiliz kuvvetleri buna uymamışlardır. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım'da Hamamalil'e girmişler, buradan Musul'u işgal edeceklerini söyleyerek Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istemişlerdir.Ali İhsan Paşa, İngilizler'in bu talebini Sadrazam'a bildirmiş, bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa'ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile 15 Kasım günü şehrin boşaltılması talîmâtını vermiştir. Ali İhsan Paşa, bu talîmâta uygun olarak 10 Kasım'da Musul'u İngilizlere terk etmiş, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin'e doğru çekilmiştir.

Misâk-ı Millî'ye Göre Musul'un Durumu

Görüldüğü gibi Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kaidelerine aykırı bir şekilde işgal edilmiştir. Burada 31 Ekim günü saat 12.00 itibariyle her iki tarafın kuvvetlerinin durumu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmamızın temel sebebi; Misâk-ı Milli'ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınmasından dolayıdır.Bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından kararlaştırılan Misâk-ı Millî'nin birinci maddesi, Türkiye'nin güney sınırlarını tesbit etmektedir. Misâk'ın birinci maddesinde; "Osmanlı Devleti'nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür" şeklindeki yaklaşım açıktır. Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktır.Mütareke anında Türk Ordusu'nun Gayyare'de bulunduğu tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer'in eserine dayanarak "Kerkük'ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler'in eline geçmiş olabileceği" ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir(5). Esâsında bu durumun ihtimal olmayıp kesin bir gerçeği ifâde ettiğini Mustafa Kemal Paşa'nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara'ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu'nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul'un Mütareke anında Türk Ordusu'nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul'un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir".Esâsında İngilizler'in Musul'u işgal etmeleri askerî anlamda bir statü değişikliğinden başka bir durumu ifâde etmemiştir. Musul'u işgal etmişler ancak bölgeye hâkim olamamışlardır. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda ciddî sıkıntıları olmuştur. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine sıcak bakmamışlar, tam aksine rahatsızlık duymuşlardır. Müslüman kabileler İngilizler'e vergi vermekte direnmişler, sık sık sokak kavgalarına girmişlerdir. Yöre halkının ekseriyeti kesinlikle Türk tarafında yer almıştır. Musul halkı, Ankara'da ilk B.M.M.'nın açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler'e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğini düşünmüşlerdir. M. Kemal Öke, İngiliz belgelerine dayanarak Musul'daki Arap ve Kürtler'in, İngiliz himayesindeki Faysal'a değil de Anadolu'ya dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir".Musul halkının bu arzuları karşısında Ankara hükümeti duyarsız kalmamıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.'nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve uygulanması gereken politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:"Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, iskenderun'un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"M. Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, ortaya koyduğu bu kararlılığını Lozan Konferansı'na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle göstermiştir. İngilizler'in Ocak 1921'de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Türkler'i destekleyen "Sürücü Aşireti"ne saldırmaları üzerine M. Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti'ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istemiştir". Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey'e verilmiş, Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etmiş ancak daha sonra çekilmek zorunda kalmıştır. Özdemir Bey'in Revanduz'da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretlerle üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı'nı Musul'un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecektir. Dönemin Genelkurmay Başkam Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul'a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi isteyecektir.Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı'nın başlamasından önce Musul'un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler'e karşı bir harekâtı göze almıştır. Ancak Türk Kuvvetleri'nden bir kısmının Batı Cephesi'ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra konferansın başlaması, bu isabetli düşüncenin gerçekleşmesine engel olacaktır.Gerek Mütareke hükümlerine göre, gerekse Mütareke hattını esas alan Misâk-ı Millîye göre Musul vilâyeti Türk sınırları içerisindedir. Musul'un Misâk-ı Millîye dahil olması tarihî ve askerî bir hakikatin ifâdesinden başka bir şey değildir.

Lozan Konferansı'nda Musul Meselesi

Lozan Konferansı'nda üzerinde çetin tartışmaların meydana geldiği konu "Musul Meselesi" olmuştur. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, müzakerelere ve müttefiklerine hâkim olan İngiltere için de gerek zengin "petrol kaynakları" ve gerekse "Hindistan yolunun emniyeti" bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve iktisadî öneme sahip bir bölgedir. Türkiye için ise asgari vatan sınırlarını ifâde eden Misâk-ı Millînin vazgeçilmez bir ilkesidir.Lozan görüşmelerine, Dışişleri Vekili olan Yusuf Kemal Bey'in istifa etmesi üzerine O'nun yerine seçilen İsmet Paşa heyet başkanı olarak katılmıştır. Maliye Vekili Hasan Bey ve Sağlık Vekili Rıza Nur Bey de heyet üyesi olarak Lozan görüşmelerinde Ankara Hükümeti'ni temsil etmişlerdir.İsmet Paşa'nın gerek T.B.M.M.'de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca'da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurguladığı görülmektedir.Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ilmî ve aklî delillere dayanmak suretiyle izah etti.İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde Musul'un bir Türk toprağı olarak telakkî edilmesindeki gerekçelerin yanı sıra İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü görülür. Esasında Türk tezinin dayandığı temel nokta etnografik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş veTürk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu'dan ayrılamayacağı belirtilmiştir.İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul'u meydana getiren unsurları şu şekilde gösterilmiştir:

Türk.........................................146.960
Kürt.........................................263.830
Arap .........................................43.210
Gayri Müslim..............................31.000
TOPLAM..................................503.000

İngiliz Heyeti'nin verdiği rakamlar ise şu şekildedir:

Türk..........................................65.895
Kürt........................................452.720
Arap.......................................185.763
Hıristiyan .................................62.225
Yahudi .....................................16.865
TOPLAM.................................785.468

Verilen bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi Araplarla Müslüman olmayan grupların vilâyet nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler'le Türkler'in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmektedir. İsmet Paşa'nın ortaya koyduğu diğer sebepleri ise şu şekilde özetlemek mümkündür:
- Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye'ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler.
- Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu'yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu'ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
- Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Musul için İngiltere'nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.
- Anadolu'nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul'un ticaret ilişkilerimiz ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye'nin elinde olması zorunludur.
- Musul vilâyeti, Türkiye'nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye'den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye'ye verilmesi gerekir.

İsmet Paşa'dan sonra söz alan Lord Curzon ise ortaya koyduğu karşı teziyle Türk taleplerini çürütmeye çalışmış ancak bunda başarılı olamayacağını anlayınca başka metotlardan istifâde etmeyi düşünmüştür. Curzon'un ilk manevrası Musul meselesini normal seyrinden çıkartmak suretiyle İngiltere'nin Musul'u alıkoymak istemesinin "petrol tesiriyle" olduğu gerçeğini kamuoyundan saklamayı başarmasıdır. Böylece otel odalarında görüşülmeye başlanan Musul meselesinde Türkiye'nin haklılığını anlatabilme ve İngiltere'nin gerçek emellerini teşhir etme fırsatı kaçırılmış oluyordu. Bu otel görüşmelerinin birinde Türk Heyeti ikinci delegesi Rıza Nur, Lord Curzon'a "Musul'un Türkler'e bırakılması hâlinde diğer ihtilaf konularında Ankara ile derhal anlaşma sağlanabileceği garantisini dahi vermiş, daha da ileri giderek İngilizler'e petrol imtiyazını teklif ederek Musul'un Türkiye'ye verilmesini" istemiştir. Rıza Nur'un hatıraları incelendiğinde görüşmeler sırasında İngilizler'in Süleymaniye sancağının Türkiye'ye verilmesini teklif ettiklerini ancak buna Türk heyetinde askerî müşavir olarak bulunan Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey'in karşı çıktığını ifâde etmektedir.İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi İsmet Paşa'nın yeni bir çözüm yolu önermesiyle aşılmak istenmiştir. İsmet Paşa'nın bölgede "plebisit" yapılması yönündeki teklifi yine Lord Curzon tarafından kabul edilmemiştir. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıdır. Curzon'a göre, bölge halkının rey verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürerek, koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkının adeta "cahiller topluluğu" olarak kabul ettiklerini göstermişlerdir.Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon'un ikinci önemli manevrası Musul meselesinin Cemiyet-i Akvam'a havalesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifidir. Bu teklif İngiltere'nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir.İsmet Paşa'nın, bir defa daha Türkiye'nin Musul'dan vazgeçmeyeceğini bildirmesi üzerine o günkü celse tatil edilmiştir.Daha sonraki gelişmelerde herhangi bir sonuç elde edilemedi. 4 Şubat'ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk heyetine kabul ettirmeye çalıştılar. Fakat İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlemek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi.Görüşmeler aynı gün sona erdi ve İsmet Paşa, Romanya üzerinden Türkiye'ye döndü.

Lozan Görüşmelerinin T.B.M.M.'de Yol Açtığı Tepkiler

T.B.M.M, 21 Şubat 1923 tarihli gizli oturumunda Lozan Konferansı'nda meydana gelen hâdiseleri ve İsmet Paşa'nın müttefiklere teklif ettiği sulh projesini görüşmeye başladı. İlk olarak söz alan İsmet Paşa, konferans hakkında oldukça uzun bir konuşma yaparak Meclis'e bilgi verdi ve müttefik devletlerin Türk Heyeti'ni tehdit ettiğini söyledi.İsmet Paşa'nın izahından sonra 27 Şubat'tan itibaren yaklaşık bir hafta süreyle Lozan görüşmeleri milletvekilleri arasında çetin tartışmalara ve karşılıklı atışmalara sebep olmuştur. T.B.M.M.'de muhalefet partisi rolünü üstlenen ikinci gruba mensup milletvekilleri "Musul verilemez, gerekirse bu uğurda savaşırız" anlayışı içindeydiler. Bu heyecan içinde defalarca söz alarak İsmet Paşa'ya ve Vekiller Heyeti'ne çeşitli suçlamalarda bulunmuşlardır. İkinci grubun önde gelen isimlerinden Hüseyin Avni ve Ali Şükrü beyler başta olmak üzere birçok milletvekilleri yaptıkları konuşmalarda Lozan görüşmelerinde "Misâk-ı Milli'den taviz veriliyor" iddiası ile endişelerini dile getirmişlerdir.Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, yaptığı konuşmalarda sık sık "Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan'da heba edildi"şeklinde sert eleştirilerde bulunmuştur. Musul meselesinin çözümünün ertelenmesi ve bir sene sonraya bırakılması ise heyetin yaptığı büyük bir hata olarak değerlendirilmiştir. Siirt Mebusu Necmettin Bey Musul'u terk etmenin bütün doğu vilâyetlerini terk etmek anlamına geldiğini, bu meselenin Cemiyet-i Akvam'a havale edilmesinin, Musul'u İngiltere'ye vermek anlamına geldiğini ısrarla ifâde etmiştir. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, gerek Vekiller Heyeti'nin, gerekse T.B.M.M.'nin Misâk-ı Millî'den zerre kadar fedakârlıkta bulunması hâlinde, millet ve namus adına bu işten el çekmeli ve çekip gitmelidir şeklindeki sert çıkışıyla mevcut hükümeti uyarmıştır". Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey de bir Kürt olarak, "Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul'u Türkiye'den ayırmak da mümkün değildir" diyerek, bölgede bu tip bir ayrılığın olmadığını savunmuştur.Görüşmeler sırasında tenkit edilen konuların başında; Misâk-ı Millî'den taviz verilmiş olması, Türk murahhas üyelerinin yeterli politik mücadele gösterememeleri, Heyet'in yetkilerini aşması ve gerekli konularda T.B.M.M.'ne danışılmaması ve Lozan görüşmeleri ile ilgili olarak Meclis'in yeterince aydınlatılmamış olması gelmektedir. Görüşmelerde T.B.M.M.'ne başkanlık eden Ali Fuat Paşa da hatıratında "Meclis hakikaten tenvir edilmemiştir. Müttefiklerin yanlış tercüme ve tabedilmiş projesinden başka elde yazılı bir şey yoktu" demektedir.Ali Fuat Paşa tartışmalar sırasında T.B.M.M.'nin içinde bulunduğu havayı şu sözleriyle yansıtmaktadır; "Mebuslar.... hükümeti ihmalkârlıkla itham ediyorlardı. Gerek hükümeti ve gerekse başmurahhas İsmet Paşa'yı mes'ul tutmak yoluna gidiyorlardı. Konuşmaların hemen hepsi, şiddetli ve sinirli idi. Mebusların Misâk-ı Millî'den bazı fedakârlıklar yapılmak suretiyle hazırlanan mukabil projenin müttefiklerce kabulü halinde Meclis'in millet muvacehesinde düşeceği durumdan son derece telaşlandıkları belli oluyordu. Hatiplerin birbirinden heyecanlı ve sinirli konuşmaları Meclis'in havasını büsbütün karıştırmıştı. Evvelâ Rauf Bey ve bilahare M. Kemal Paşa'nın mufassal izah ve beyanatları Meclis ekseriyetini kısmen de olsa sükûnete getirmişti."Rauf Bey'in görüşmelerde, Musul meselesinin önce tehir, daha sonra ise Cemiyet-i Akvam'a havale edilmesinin Türkiye'ye nelere mâl olacağının farkında olan mebusların, sorduğu her soruya cevap vermeye çalışması ve bu çetin münakaşada İsmet Paşa'nın yanında yer alması, tartışmaları iyice çıkmaza sokmuştu. Rauf Bey, uyguladıkları siyaseti, özetle şu şekilde izah etmektedir: "Biz, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet gerekli izahatı alıp durumu tahlil ile tahkik ettikten sonra esas itibariyle işi harbe gitmeden halletmenin bir çaresini bulmak noktasında mutabık kaldık."Rauf Bey'in ortaya koyduğu bu politika aynı zamanda Vekiller Heyeti'nin de kararıdır. Kemal Paşa'nın fikir ve düşünceleri ise çok farklı değildir. Ancak M. Kemal Paşa'nın Musul meselesine çok daha geniş bir çerçeveden baktığını hemen belirtmek gerekir. 25.12.1922'de Le Journal muhabiri Paul Herriot'a Çankaya'da verdiği beyanatta Musul konusundaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır: "Musul vilâyetinin hudud-u millîmize dahil araziden olduğunu biddefeat ilân ettik. Lozan'da elyevm karşımızda ahz-ı mevki etmiş olanlar bunu pekâlâ bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık... Artık millî arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna katiyyen muvafakat edemeyiz."M. Kemal Paşa, Lozan Konferansı'nın kesintiye uğramasından ve İngiliz tehditlerinden sonra da bu düşüncelerini aynen muhafaza etmiştir. Meclis'te Lozan ile ilgili tartışmalar sırasında Musul meselesinin çözümlenmesini sonraya bırakmayı uygun görmüştür. O'nu bu karara sevk eden en önemli sebep ise: "Türkiye'nin içinde bulunduğu genel durumu, meydana gelmesi muhtemel bir Türk-İngiliz Savaşı ile tehlikeye düşürmemek düşüncesiyle" izah etmek mümkündür. M. Kemal Paşa'nın bu çekincesi, tartışmalara nihayet vermek ve Meclis'i aydınlatmak için kürsüye gelerek yapmış olduğu Musul meselesini tahlilinde açıkça görülmektedir."Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki, bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır (beklemektedir)... Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek; bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul'u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız."M. Kemal Paşa, 6 Mart 1923 tarihli görüşmelerde mebuslardan Vekiller Heyeti'ne verilecek yetki ile ilgili sınırlar da açık bir şekilde tespit etmektedir:"Bizim için çok mühim ve hayatî olan Musul meselesinin muvakkaten talikini bahis mevzuu etmemek ve fakat idarî, siyasî, malî ve iktisadî vesair meselelerde millet ve memleketin hukukunu istiklâlini tamam ve emin olarak istihsal etmek ve memleketimizin suret-i kat'iyyede tahliyesini esas şart telakki eylemek üzere Heyet-i Vekîle'ye bir veçhe vermek muvafıkolur."M. Kemal Paşa'nın bu konuşmasından sonra Saruhan Mebusu Reşat Bey'in "Lozan'a giden murahhas heyetine ve vekiller heyetine itimat olunması ve müzakerelerin sona erdirilmesi" yönündeki önergesi oylamaya konuldu. Sonuçta 190 kişinin katıldığı oylamada, 170 mebus olumlu oy, 20 mebus ise olumsuz oy kullandı . İkinci gruba mensup 60 mebus oylamaya katılmadı.T.B.M.M. hükümeti 8 Mart 1923'te Müttefikler'in anlaşma tasarısına karşı kendi antlaşma tasarısını Müttefik Devletler'e bildirdi: Türk notasına 28 Mart'ta cevap veren Müttefikler Konferans'ın yine Lozan'da 23 Nisan'da toplanmasını teklif ettiler. Konferans'ın ikinci devresinde de anlaşmaya varılamayan bazı noktalar oldu. Musul meselesinin çözümü de, ileride yapılacak görüşmelere bırakılarak 24 Temmuz 1923'de Lozan Barış Antlaşması imza edildi. Antlaşma'nın üçüncü maddesinin ikinci paragrafında yer alan Musul konusundaki hüküm şu şekildeydi: "Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak 9 aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında bir antlaşmaya varılmazsa Musul meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi'ne götürülecektir".Lozan Anlaşmasının, ilk T.B.M.M.'nde Misâk-ı Millîden taviz verildiği gerekçesiyle onaylanmayacağı aşikârdı. İkinci meclis çalışmalarına başladığında, ilk meclisin muhalif grubuna mensup milletvekillerinin (İkinci Grup) büyük ölçüde Meclis'te yer almamalarına rağmen Lozan Anlaşması'na karşı aynı tepkiyi gösterdiklerini görmekteyiz. İkinci Meclis'teki bu muhalefete dayanarak anlaşmayı imzalamak istemeyen Rauf (Orbay) Bey, M. Kemal Paşa'nın İsmet Paşa lehinde tavır koyması üzerine istifa etmek zorunda kalmıştır. M. Kemal Paşa'nın, anlaşmanın imzalanması istikametindeki tavrı, Lozan Barış Anlaşması'nın 23 Ağustos 1924 tarihinde onaylamasıyla sonuçlanmıştır.

Lozan Konferansı Sonrasındaki Gelişmeler

Musul meselesi Lozan Antlaşması'ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktır. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç (İstanbul) Konferansı'nda ele alınacak, daha sonra Cemiyet-i Akvam Meclisi'nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecektir.Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924'de İstanbul'da İngiltere'yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere'nin Irak lehine Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans'tan sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos'ta Cemiyet-i Akvam'a götürmüştür.Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) Musul meselesini 20 Eylül 1924'te görüşmeye başlamıştır. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul'da bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de "bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı" gerekçesiy1e kabul etmemiştir. Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924'te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırmış, komisyon başkanlığına da eski Macar başbakanlarından Kont Teleki getirilmişti. Komisyon Irak'ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924'te bir sınır tanımı yaparak "Brüksel Hattı" adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etmiştir. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925'te Cemiyet Meclisi'ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyledir:
- Brüksel Hattı'nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
- Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtler'den meydana geldiği,
- Kürtler'in Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
- 1928 yılında sona erecek olan Irak'taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
- Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul'un Irak yönetimine bırakılması,
- Cemiyet-i Akvam Meclisi'nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
- Milletler Cemiyeti, Irak'taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtler'e imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak'a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul'un Türkiye'ye bırakılmasının uygun olacağı,
- İngiltere'nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.

Türkiye'nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük olmuştur. Karar Türkiye'de İngiltere'ye karşı bir savaş havası yaratmıştı. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen bu tutumunda direnemeyecek ve Cemiyet Meclisi kararma uyarak 5 Haziran I926'da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul'u Irak'a terketmeyi kabul edecektir. Türkiye'nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925'te La Haye Adalet Divanı'ndan görüş istedi. Divan'ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi'nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye'nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925'te Divan'ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925'te Soruşturma Komisyonu Raporu'nu kabul ederek, Brüksel Hattı'nın güneyindeki toprakların Irak'a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.Türkiye'nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük olmuştur. Karar Türkiye'de İngiltere'ye karşı bir savaş havası yaratmıştı. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen bu tutumunda direnemeyecek ve Cemiyet Meclisi kararına uyarak 5 Haziran I926'da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul'u Irak'a terketmeyi kabul edecektir.Ankara Antlaşması, "sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler" adı ile üç kesim ve toplam 18 maddeden meydana gelmektedir. Antlaşmanın bir ve ikinci maddesi Türk-Irak sınırını tespit etmiş, 14. madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10'unu 25 yıl süreyle Türkiye'ye bırakılmasını öngörmüştür. Ancak Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığı bu hakkından vazgeçecektir.

Sonuç

M. Kemal Paşa'da başlangıçtan itibaren Musul'dan vazgeçilmesi yönünde herhangi bir temayül görülmemiştir. Değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul'un anavatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır.Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi, Türkiye'yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine yöneltecektir. Konferansın başarısızlığa uğraması hâlinde karşılaşılacak güçlükler için Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti tarafından "çok gizli" kaydıyla bir harekât plânı hazırlanmış, fakat tatbik safhasına konulmamıştır.M. Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, hatta Kâzım Karabekir Paşa'ya Musul'un alınması için teklifte dahi bulunmuşlardır. Esasında bütün bu askerî çözümle ilgili düşünceler T.B.M.M. hükümetlerinin ve M. Kemal Paşa'nın Misâk-ı Millînin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden kaynaklanmaktadır.Musul'un kaybedilişini hazırlayan gelişmeler silsilesindeki ilk safha, Mütareke'nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir. Bu işgal hareketinde Ali İhsan Paşa'nın direnmeden sancağı İngilizler'e devretmesi ayrıca Mütareke öncesindeki savaşlarda verdiği yanlış kararlar İngilizler'in işini kolaylaştırmış, bölgenin kolaylıkla elden çıkmasına sebep olmuştur. İkinci safha ise Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa'nın Musul'un Türkiye'ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunmasını yaptığı mükemmel tezine rağmen, İngiliz oyunu ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyeti'ne havalesidir.Bu olumsuz gelişmelerin yanısıra Musul'un kaybedilişindeki diğer sebepleri şu şekilde özetlemek mümkündür:Musul meselesinde İngiltere'nin şiddetle direnmesi bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıdır. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere'nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur. İngiltere'nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I926'lı yıllarda hâlâ Türk milletinin hayat hakkını tanımak istememesinden kaynaklanmaktadır.İngiltere'nin bu tavrı karşısında Türkiye'nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul'un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir sebeptir. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyeti'nde açıkça görülmüştür. Türkiye, Cemiyet'in üyesi olmamasına rağmen İngiltere, asli ve kurucu üyesidir. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordur. Bunun yanısıra İngiltere'nin Irak, Milletler Cemiyeti, Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumda olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.Türkiye, Musul meselesi ile uğraşırken aynı zamanda bir değişim geçirmekteydi. Bu değişimin yönü ise "Batı" olarak tespit edilmiş ve "Batılılaşma" amacıyla bir seri inkılâp hareketi gerçekleştirilmeye başlanmıştır. İngiltere ise Türkiye'nin yöneldiği Batıda güçlü bir simge olarak görünmekteydi. Dolayısı ile, Türkiye'nin Batıyla ve öncelikle İngiltere ile meselelerini çözmesi gerekiyordu.Şubat 1925'de meydana gelen Şeyh Sait İsyanı da Musul'un kaybedilmesine zemin hazırlayan olaylardan biridir, isyan, Türkiye'nin Musul'daki iddiasını zayıflatmıştı. I. Dünya Savaşı'ndan itibaren İngiltere'nin bölgedeki Kürtleri desteklediği bilinmekle beraber, ayaklanmada İngiltere'nin kesin rolünü ortaya koyan bir belgeye rastlanmamıştır". Ancak "İngilizler Musul'u işgal ettikleri andan itibaren Kürt milliyetçiliğini teşvik etmişler" ve Şeyh Sait İsyanı'ndan istifâde etmek suretiyle birtakım yararlar sağlamışlardır. İsyan ile birlikte, Türk-Kürt ayrılığının ortaya çıkarılması ve çoğunluğu Kürtler'den oluşan Musul'un Türkiye'ye verilmesi tezi zaafa uğratılmıştır. Bununla birlikte isyanla uğraşan bir Türkiye, Musul meselesinde göstermesi gereken direnişi ortaya koyamamıştır.Yukarıda gösterilen bütün bu sebepler, Musul meselesinden dolayı yeni bir savaşı göze alamayan Türkiye'yi Ankara Antlaşması'nı imzalamaya sevk etmiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın 7 Haziran 1926 tarihli meclis konuşması, söz konusu sebepleri teyit eder mahiyette olup, hatta daha da cesaretli bir ifâdeyle Türkiye'nin yaptığı "fedakârlıktan" bahsetmektedir:"Şark-ı Karib'de başlıca kuvveti temsil eden Türkiye Cumhuriyeti en esaslı mihveri siyaset-i milel-i mütemeddine arasında bir unsuru intizam ve terakki olarak çalışmak olduğundan cihanın ve Şark-ı Karib'in sulh ve huzuru ve Irak'ın istiklâl ve saadeti namına ve Büyük Britanya İmparatorluğu'yla münasebetimizi normal bir hâle getirmek için yegâne muallak kalan bu arazi meselesinde fedakârlıklara katlandık."

1 Haziran 2007 Cuma

Engizisyon: İnsanlık Tarihinin Karanlık Sayfaları

Engizisyon mahkemeleri, Avrupa’nın birçok bölgesinde korku salacak ve din adına milyonlarca kişinin canını alacaktı.

Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları... Tüm bunlar, 20. yüzyılda siyasi muhaliflerini susturmak ve sindirmek için, totaliter rejimlerin kullandığı zindan aksesuarları değil. Bu işkence aletleri, bir dönem, Katolik Kilisesi'nin vazgeçilmez yardımcılarıydı ve engizisyon mahkemelerinin utanç dolu sayfasını oluşturuyordu.
1633 yılının 22 Haziran günü, Roma, tarihinin en önemli günlerinden birine tanık oluyordu. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei'nin son sözleri merakla bekleniyordu. Ünlü bilgin acaba düşüncelerinde direnecek miydi, yoksa "itiraf" mı edecekti? Yüzlerce izleyici ve jüri sıralarını dolduran onlarca din adamının ortasında, kendisini tarihle hesaplaşmak üzere bir av gibi hisseden Galilei'nin ağzından şu sözler döküldü: "Ben, 'Güneş evrenin merkezindedir' dediğim için yargılanıyorum ve bu tür aykırı görüşleri nefretle kınıyorum, lanetliyorum. Aynı zamanda Kutsal Katolik Kilisesi'ne yapılan tüm yanlışları da..."
69 yaşındaki bilim adamı, kendisi gibi Güneş'i merkez kabul eden görüşü savunanlardan Giordano Bruno'nun kazığa bağlanıp yakılmasından sonra, pek kahramanca davranamamıştı. Ama yine de, bugün engizisyon denince akla "Galileo Gallilei'nin duruşması" geliyor. Nitekim 2000 yılında papa, binyıl kutlamalarını fırsat bilerek, başta büyük bilim adamları olmak üzere, bir zamanlar din adına gerçekleştirilen bu uygulamalardan dolayı özür diledi.

Üç büyük engizisyon

Kararları, siyasi ve dini erki nedeniyle üç büyük engizisyon adından çok söz ettirdi. Ortaçağ Engizisyonu, Valdensesler ile Katharlar'ın kurulu düzeni sarsan öğretiler yaymaya balamaları üzerine, 1231'de Papa IX. Gregorius tarafından kuruldu. İspanyol Engizisyonu ise, Castilla kraliçesi I. Isabella'nın ısrarı üzerine, Papa IV. Sixtus tarafından 1483 yılında onaylandı. Müslümanlar'la Yahudiler'in kendi inançlarına bağlanmalarını sağlamak hedeflenmişti. Bu nedenle, 200.000'e yakın Yahudi, 1492 yılında İspanya'yı terk etti.Roma Engizisyonu, Roma Katolik Kilisesi'nin savunduğu öğretiyi korumak için III. Paulus tarafından 1542'de kuruldu. Genel olarak Calvin ve Lutherciler'e savaş açtı. Roma Engizisyonu, cadılık ve büyücülükle de uzun yıllar mücadele etti.
Bir manastıra ya da piskoposun sarayına yerleşen engizisyon sorgucusu, daha sonra halkı kilisede toplayıp uzun bir vaaz veriyordu. Amaç, yerel halkla ilişkileri sıcaklaştırmak ve onların güvenini kazanmaktı.
Engizisyon mahkemeleri, çoğunlukla "ihbar" müessesesi üzerine kurulmuştu. Eğer bir kişi kendi günahlarını gelip bir ay içinde itiraf ederse ve "özür dilerse" affedilirdi. Ancak bu süre içinde böyle bir davranışta bulunmazsa, ona karşı dava açılırdı. Davalı, mahkemede kendisini kimin ihbar ettiğini asla öğrenemezdi.
Sorgucunun katedralde verdiği vaaz, daha sonra yazılı olarak kiliselerin kapılarına asılırdı. Böylece hiç kimse "benim, mahkemenin geldiğinden haberim olmadı" diyemezdi. Bu ilandan sonra, sorguculara ihbarlar yağmaya başlardı. Mahkeme bir ay boyunca bu ihbarları okur, değerlendirir ve ihbar edilenlerin kendilerini göstermelerini beklerdi. İhbarların tümü noter tarafından kayda geçirilir ve bir temele dayanıp dayanmadıkları ya da sadece çamur atma olup olmadıkları araştırılırdı.
1593 yılında tutuklanan ünlü bilim adamı Giordano Bruno, önce Venedik Senatosu'na sevgilisi olan bir kadının kocası tarafından zina suçuyla ihbar edilmişti. Halkın tepkisinden korkan Senato, bu ihbarı kendisi değerlendirmek yerine engizisyon mahkemesine havale etmişti. Mahkeme tutanaklarından, engizisyona gelen ihbarların yüzde ellisinin ciddiye alınmadığı açıkça görülüyor. Öte yandan, bugüne kadar pek bilinmeyen bir nokta, yanlış ihbarlarla suçlamada bulunan kişilerin de işkenceyle cezalandırılmasıydı. İhbarın üzerinden bir ay geçtikten ve iyice değerlendirildikten sonra, engizisyon bir ön sorgulama yapardı. Bu noktada çok dikkatli davranılır ve suçlanan kişinin saygınlığını yitirmemesine özen gösterilirdi. Çok nadir olarak, ön sorgulamadan önce tutuklama yapılır ve bu durumda mutlaka iki tanık gösterilirdi. Ancak, ön sorgulamadan sonra, suçlanan kişi "tehlikeli" olarak tanımlanırsa, hemen tutuklanır veya piskoposluk sarayının ya da kraliyet mahkemesinin zindanına atılırdı.
Engizisyon kurallarına göre, tutukluların her türlü bakımından ve harcamalarından kilise sorumluydu. Belgeler, bu konuda oldukça ilginç uygulamalara tanıklık ediyor. Örneğin, bazı mahkûmlar pahalı şaraplar sipariş ediyor; hatta bazıları, geceyi eşleriyle birlikte geçirmeyi talep ediyorlardı. 1632 tarihinde engizisyon, mahkeme boyunca Galileo Gallilei'yi üç odalı bir evde ağırlamış ve kendisine bir de hizmetçi tahsis etmişti.
Mahkeme işlemleri basitti. Sanık ya piskoposluk sarayında ya da bir manastırda yargılanırdı. Mahkeme bir sorgucu kurulundan, noterden ve iki hukuk uzmanından oluşurdu. Bu uzmanlardan biri kilise dışından seçilebiliyordu. Mahkemelerde suçlanan kişinin bir avukatı yoktu. Sadece, sorgulamalarda itiraf edip etmediğine tanıklık etmek için bir kraliyet temsilcisi hazır bulunuyordu. Sorgucular, mahkemede suçlamalarını hem Latince hem de suçlunun anadilinde yapmak zorundaydılar. Sorgucular, çoğunlukla suçlu sıralarından çok daha yüksekte bulunan bir kürsüde otururlardı. Sorgucu konuşmasına, önce suçlunun kimliğinden, işinden, ailesinden söz ederek başlar ve daha sonra sözü işlenen suça getirirdi. Sorgucular psikolojik taktik konusunda çok uzmandılar. Suçluyu çelişkiye düşürüp, erken ve acele bir itiraf peşindeydiler. Bazı sorgucular bu konuda öyle uzmanlaşmışlardı ki, suçluyu giyiminden, bakışından ve duruşundan saptayabiliyorlardı. Engizisyon sorgucularının en ünlülerinin başında Bernardo Gui geliyordu. Çeyrek yüzyıl boyunca kendini soruşturmalara adayan bu Dominiken din adamı, sorgulamalarının büyük bir çoğunluğunu, 1324 yılına kadar Fransa'nın Toulouse kentinde sürdürdü. Başpiskopos ilan edildiğinde, o güne kadar tam 930 kişiyi yargılamış ve cezalandırmıştı. Suçunu itiraf etmekte direnenler için işkence uygulanması, belki de engizisyon adının bu denli tiksinti ve ürperti yaratmasının nedeni...
Aslında, Ortaçağ boyunca bu yönteme çok fazla rağbet edilmemişti. İşkence uygulamasının kurumlaşması 14. yüzyıldan sonra Roma hukukunun kabul edilmesinden sonra gerçekleşti. İşkence, mahkeme boyunca söylediklerinde çok büyük kuşkular ve çelişkiler olan suçlular için, ancak ve ancak başpiskoposun onayıyla yapılırdı. Engizisyon mahkemelerinin uyguladığı işkenceler konusundaki tartışma, günümüzde de tüm hızıyla sürüyor. Bir grup tarihçi, bu işlemlerin acımasızlığını ve zalimliğini dile getiriyor. Onlara göre, bazı yazılı kaynaklarda işkence gören kimi suçluların vücutlarının normalden 30 santim daha uzadığı belirtiliyordu. Yine kurbanın ağzına, büyük hunilerle bir seferde litrelerce su, hatta kimi zaman idrar boşaltılıyordu. Günahkârların kalçaları kızgın kerpetenlerle sıkılıyordu. 1486 yılında Alman engizisyon sorgucuları tarafından kaleme alınan "Cadıların Tokmağı" adlı el kitabı, engizisyon mahkemesinin uyguladığı bazı işkence yöntemlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.

Dini doktrinlere karşı çıkanlar

Katolik kilisesi, Ortaçağ'da gücünü sağlamlaştırdıktan sonra, kabul edilmiş doktrinlere karşı çıkanları toplum düşmanı olarak ilan etmeye başladı. Ancak, pişmanlığı reddedenler de vardı:

Roger Bacon (1220-1292)
Britanya İmparatorluğu'nda yaşayan Kelt bilim adamı, deney yöntemini ilk savunan Ortaçağ aydınlarındandı. Büyüteci bulan ilk olarak tarihe geçti. Fransisken öğretisini eleştirdiği için 15 yıl hapis yattı.

Ockhamlı William (1285-1347)
İngiliz filozof, varlık konusundaki yalınlık ve tutumluluk ilkesiyle ünlü... "Nesneler zorunlu olanlar dışında çoğaltılmamalıdır" sözü, "Ockham'ın usturası" şeklinde adlandırılıyor. Papalığa karşı imparatorluğu desteklemenin İncil'e uygun olduğunu söylediği için mahkum edildi. Ancak, Münih'e kaçarak yaşamını burada sürdürdü.

Giardano Bruno (1548-1600)
Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrende, Dünya'dan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için Roma'da kazığa bağlanıp, diri diri yakıldı.

Fatih Sultan Mehmed’in Naaşını Mumyalamayı Unutup Kokutmuşlardı..

İktidar mücadelesi yüzünden Türk tarihinin en önemli hükümdarlarından birinin cenazesi bir köşede unutulup kokmaya terkedilmişti..

1481’in 3 Mayıs’ında Maltepe taraflarında hayata veda eden Fatih Sultan Mehmed’in naaşı Topkapı Sarayı’na getirilip bir odaya konmuş ama paşalarla vezirler iktidar kavgasına tutuşunca cenazenin mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca ‘Hay Allah, hünkárı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi’ denip kokmuş ceset alelácele mumyalatılmıştı.
Hükümdarları ve zamanın önemli kişilerini mumyalamak, Türklerde İslamiyet öncesi zamanlardan kalma bir ádettir ve birçok Selçuklu sultanının yanı sıra Fatih'in oğlu İkinci Bayezid'e kadar bütün Osmanlı hükümdarlarının mumyalanmış oldukları eski zamanlardan beri söylenmektedir. Ama Türklerde mumyalama eski Mısır'da olduğu gibi cesedin içini boşaltma ve toprak yerine sargılara gömmek şeklinde değil, başka biçimde, 'kurutarak' yapılmakta, cenaze birtakım kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra 'pastırma' halini almakta ve zaman geçtikçe sertleşmektedir.
Bu şekilde mumyalanan cenaze daha sonra láhdin veya mezar taşının tam altına gelen ve küçük bir odayı andıran bir mekána yerleştirilirdi. Bu mezarlara Selçuklulardan itibaren 'zir-i zemin' yani 'yeraltı' denmektedir. Eski Türklerde devlet büyüklerinin mezarları genellikle ‘zir-i zemin’ şeklinde yapılırdı. Cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan bir odaya defnedilir; cesed mumyalanarak bu odadaki bir láhdin içine konurdu. Merdivenin alttaki ilk basamağından yukarıya duvar örülür, son basamağın üzerine bir kapak konur, odanın yukarıyla alákası kesilir, üst tarafta mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir başka láhid yapılır ve türbe niyetine bu láhid ziyaret edilirdi.
Uzaklardaki savaşlarda can veren hükümdarın cenazesinin başkente getirilmesi bazen haftalar süreceği için mumyalanması zaten şarttı. Naaşın iç organları çıkartılıp hükümdarın şehit olduğu yere gömülür ve cenaze tahnidden sonra başkente doğru yola çıkarılırdı. Birinci Murad’a ve Kanuni Süleyman’a da böyle yapılmıştı ve Sultan Murad’ın Bosna’daki, Kanuni’nin de Macaristan’daki ikinci mezarlarında, iç organları gömülüydü.

Fatih, odada kaldı

Yeni bir sefere çıkmak için 1481’in 27 Nisan’ında 300 bin kişilik ordusuyla İstanbul’dan ayrılan Fatih, 3 Mayıs günü Maltepe civarındaki Hünkár Çayırı’nda hayata veda etti. Vezirleri, hükümdarın Anadolu’da valilik yapan iki oğluna, Şehzade Bayezid ile Cem’e babalarının vefatını haber verdiler ve hemen İstanbul’a gelmelerini istediler. Cenaze, bu arada gizlice Topkapı Sarayı’na nakledildi.
Ama, hükümdarın vefatının duyulması bütün çabalara rağmen önlenemedi ve İstanbul’da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma ediyor, sevmedikleri devlet adamlarını sokak ortasında parçalıyor, devletin büyükleri ise tahta kimin geçeceği konusunda birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Şehirde bütün bunlar olup biterken ve paşalar iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken Fatih’in cenazesinin tahnid edilmesi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması ádeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve ceset koktu. Devletin büyükleri, cesetle alákadar olunması gerektiğini saray görevlilerinin etrafı saran ağır kokuya dayanamaz hále gelip şikáyete başlamaları üzerine hatırlayabildiler. Tahnid işi bir uzman ve hükümdarın baltacılarının kethüdası, yani o zamanın bir çeşit saray muhafızı olan Kasım adındaki bir zat tarafından yapıldı.
Kargaşa, Fatih’in Amasya’da valilik eden büyük oğlu Bayezid’in 21 Mayıs günü İstanbul’a gelip vaziyete hakim olmasına kadar devam etti. Bayezid, babasının cenazesini hemen ertesi günü, çok büyük bir merasimle Fatih’teki camiye defnetti.
Fatih’in naaşıyla yakından alákadar olan ve dayanılmaz kokuya rağmen tahnidi yapan Baltacılar Kethüdası Kasım ise, terfi ettirilerek ‘kapıcı’ kadrosuna alındı. Kasım, sarayda bir köşede unutulan cenazenin kokması hadisesini daha sonraları İkinci Bayezid’e raporu andıran bir yazıyla duyuracak ve ‘Devletlu sultanım, babanın ruhu için bu yazdıklarımı sonuna kadar oku. Bu fakir kul, devletlu hünkárın (Fatih’in) baltacılarının kethüdası idim. Hünkárın vefatından sonra, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, Kapıcılar Kethüdası’na söyledim, o da İshak Paşa’ya söyledi, paşa emredince mum yaktım. Ama koku yüzünden cenazenin yanına kimseler yaklaşamadı. Ben, usta ile gidip cenazenin içini boşalttım. Bu anlattıklarımı kethüdamız da bilir’ diyecekti.

Fatih Sultan Mehmed’in Fatih’teki türbesi boştur!

Fatih Sultan Mehmed ile ilgili çok az kişi tarafından bilinen bir söylentiye göre; Fatih, kendi inşa ettirdiği camiin yanındaki türbede değil, başka bir yerde defnedildi. Bunu da kısaca anlatmakta yarar var:
1800’lerin sonu, İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarıdır. İstanbul’da Nisan yağmurları her zamankinden fazla yağmış, şehri seller götürmüş, Fatih ve Karagümrük tarafları göle dönmüştür.
Büyük selin hemen ertesi günü, semt sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiş ve Abdülhamid, söylentilerden ánında haberdar olmuştur.
Padişah, itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ile amcası Sultan Abdüláziz’in damadı Şerif Paşa’yı hemen türbeye gönderir. Mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, rüyanın doğru olup olmadığını araştırıp rapor vereceklerdir. Ama göndermeden önce her ikisine de türbede göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir.
Paşalar, türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazdırırlar. Bir hayli derine inmişlerdir ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar, açarlar ve taş bir merdiven görürler. Ellerine birer lamba alıp merdivenden iner, bu defa daha derinlere uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran bir başka mekána gelirler.
Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını. Hükümdarın yüzü, hálá zamanında çizilmiş resimlerdeki gibidir.
Paşalar mumyanın başında dua eder, sonra tabutun kapağını kapayıp hayatta bulunan bir hükümdarın huzurundan ayrılma protokolüne riayet ederler; sırtlarını mumyaya dönmeden, adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, kapağı kapatır, sandukayı da yerleştirir ve gördüklerini Sultan Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, Fatih’in mezarını su basmamış olmasından dolayı gayet memnun olur ve Paşalar’a ettikleri yemini hatırlatıp ‘Yemininize sadık kalınız, gördüklerinizi unutunuz!’ diye ihtar eder.
Aradan seneler geçer ve paşalardan biri, Damad Şerif Paşa yeminini bir tarafa koyup yakınlarına olayı anlatır. 'Fatih Camii'nin bulunduğu yerde, eskiden Aya Apostoli Kilisesi varmış ve temelinin altı dehlizlerle doluymuş' der. 'Kapağı açtıktan sonra, bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih'in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük.' Damad Şerif Paşa, yahut Cumhuriyet dönemindeki adıyla Şerif Çavdaroğlu, olayı 1940’lı senelerde o zamanın ünlü yazarlarından İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde de söyler ve anlattıkları o günlerde çıkan bir tarih dergisinde yayınlanır. Fatih Sultan Mehmed’in mumyalanmış cesedinin kendi adıyla anılan camiin yanındaki türbesinde mi, yoksa bir başka yerde mi olduğu, günümüzde arkeologların ve hazine avcılarının kullandıkları yerin altını gösteren dedektörler vasıtasıyla kolayca öğrenilebilir.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Fatih Sultan Mehmet Türbesi'nde Kim Yatıyor?

Cihan Fatihi'nin istirahatgahı, Bizans İmparatorları ile aynı yerde mi? Fatih Sultan Mehmet zehirlenerek mi öldürüldü? Bugün vatandaşların özellikle dini günlerde ziyaret ederek dua okudukları naaşı, Fatih Türbesi'nde mi?

Fatih Sultan Mehmet, ayağından rahatsızdı; sürekli bir ağrı ve sancıdan söz ediyordu. Tarihi kaynaklara göre, Fatih'in hastalığı, Osmanlı sultanlarının birçoğunda görülen damla (nikris) idi. Bu hastalığına karşın, Doğu Seferi için İstanbul Boğazı'ndan Üsküdar'a geçip otağını kuran Fatih Sultan Mehmet, Maltepe'de hastalanmış, Gebze yakınlarındaki Tekfur Çayırı'nda, 3 Mayıs 1481'de, henüz 51 yaşındayken ölmüştü. Yabancı yayınlar, Fatih'in ölüm nedeninin, babası II. Murat gibi 'gut' hastalığından kaynaklandığını yazarken, yerli ve yabancı birçok yayın ve araştırmacı ise zehirlendiğini ileri sürmüşlerdi. Hatta bu tartışma bugün bile sürüyor.Fatih'in sefer esnasında ağrıları iyice artmış, bunun üzerine doktorları, acılarının azalması için, bugün bile hâlâ tartışılan bir yönteme başvurarak, ayağından kan almışlar, ama Fatih'in acılan azalacağına iyice artmıştı. Bunun üzerine Fatih'e 'şarabb-ı fariğ' adlı, karışımdan hazırlanan bir ilaç içirildi. İlacı içmesinden kısa bir süre sonra kan kusarak, titremeler geçirerek, ciğerinin doğrandığını söyleyen Fatih, kısa süre sonra öldü.Fatih'in bu şekilde ölümünden sonra, bugün de dahil olmak üzere, hep "zehirlendi mi" sorusuna yanıt arandı.

Fatih'e bu ilaç içirildi

Fatih'in ölümüne neden olduğu ileri sürülen ilacın formülü ise şöyleydi: "Güc-lebüken dirhem 1 O/Karanfil dirhem 5/Dar-cm (Tarçın) dirhem 8/Beşbase dirhem 8/Cevz buvva dirhem 10/Anisun dirhem 1 O/Mastika dirhem 5/Ud belesan dirhem 10/Asarun dirhem 1 O/Misk çekirdek dirhem 1." Bu karışım güclebüken+karga büken ağacının tohumlarından elde ediliyor. Ağaç Hindistan'da Seylan bölgesinde ve Kuzey Avustralya'da yetişiyor. Adeta ceket düğmesine benzeyen bu ağacın meyvesinin içinde, 8 tane tohum bulunuyor. Bu meyveler afrodizyak etkisiyle biliniyor. Yüksek dozda verildiğinde bir köpeği öldürdüğü biliniyor. Strychnin, Brucin ve Vomicine etkili alkoleit maddeleri. İkinci zehirli madde Asanın. Buna aynı zamanda meyhaneci otu, çoban düdüğü ya da yabani nardin de deniliyor. Uzmanlar, bunlardan zehirlenen bir insanın duygularının şiddetlendiğini, titreme ve anormal hareketler görüldüğünü söylüyorlar. Soluk alma ve sindirim sistemini tahrif ediyor, bunun sonucunda da ölüm hali gerçekleşiyor.Dönemin birçok Osmanlı tarihçisi, Fatih'e bu ilacın içirilerek zehirlendiğini, hatta bu işi Cenevizlilerin yaptığım ileri sürdüler. Zaten, Venedik balyosu 1481 yılında Fatih'in ölüm haberini kendi ülkesine ulaştırırken "LA ORANDA AQUILA E MORTA" (Büyük Kartal Öldü) deyimini kullanıyordu. Haber Roma'da duyulunca şenlikler düzenlenmiş, Papa'nın buyruğu ile Avrupa kiliselerinde şükür ayinleri yapılmıştı.Fatih'in Sadrazamı Karamani Mehmet Paşa, Fatih'in cenazesini kapalı bir arabayla İstanbul'a nakletti, askerin İstanbul'a geçmemesi için önlemler aldı ve sur kapılarını kapattırdı. Amasya'da şehzade Beyazid'le, Konya'daki Cem Sultan'a ulaklar gönderildi, hangisi daha önce gelirse tahta onun oturacağını öngörmüştü.Ancak Sadrazam'ın bu planı tutmadı. Yeniçeri, Fatih'in öldüğünü öğrenince İstanbul'a geçti. Konağını basarak Sadrazam'ı parçaladı ve kafasını mızrağa takarak gezdirdi. Fatih'in özel doktoru (Maestro Yakobo) Yahudi asıllı Yakup Paşa da suikast ithamıyla aynı akıbete uğradı. Yahudi ve Floransalı tüccarlarla Venediklilerin işyerleri yağmalandı. Fatih Sultan Mehmed’in büyük oğlu Bayezid, Amasya’dan İstanbul’a gelerek duruma hakim oldu ve ayaklanmayı bastırdı. Daha sonra Fatih'in cenazesi büyük bir törenle adına yaptırılan türbeye defnedildi.

'III. Roma İmparatorluğu'

Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı'yı, III.Roma İmparatorluğu referansıyla dünyaya sunmuştu. Öldüğünde bir Roma İmparatoru gibi diğer Bizanslı imparatorların gömüldüğü yere defnedildi. Bu yer Bizans döneminde Havvariyun Kilisesi'ydi. Bizans imparatorları bu yerlere gömülürdü. Sonradan Havvariyun Kilisesi'nin üzerine Fatih Camii inşa edildi.

Fatih ve Bizanslılar yan yana mı?

Tarihi konulara meraklı olduğu bilinen şair Yahya Kemal, ilginç bir bilgi ileri sürüyordu: Fatih Camii, Havvariyun Kilisesi'nin yerine yapıldı. Bu kilisenin altında birçok mahzen vardı. Bizans imparatorları buralarda gömülü idi. Cami 18.Asrın sonlarında yıkılmış, 1771'de daha büyük olarak bugünkü cami olarak inşa edilmişti. Şu anda Fatih'in yatmakta olduğu türbe binasının altında da mahzenler bulunuyor.

Fatih, rüya yoluyla yardım istedi

Şair Yahya Kemal'in naklettiğine göre: II. Abdülhamit devrinde, Fatih semti halkının gördüğü bir rüya, kahvehane sohbetlerine kadar düşmüş, devrin hafiyeleri de saraya jurnallemişlerdi. Birçok kişinin 'rüyamda gördüm' dediği olay şöyleydi: Semtin su boruları patlamış, semtteki evlerin yanı sıra Bizans Nekropolü sular altında kalmıştı. Fatih, bazılarının rüyalarında "Beni kurtarın, boğuluyorum" diye bağırıyordu. Abdülhamit bunu duyunca, büyük ceddinin kabrini açtırmaya karar verdi. Bu işe de gizli yapılması şartıyla itfaiye komutanı Mehmet Paşa'yı memur etti. Sonra rüyadaki nekropole gidildi, içeride Fatih'in sandukası bulunup kaldırıldı, fakat üç metre fazladan derinliğe inildiği halde, Sultan Mehmet'e ait hiçbir iz bulunamadı. Ancak karşılarına bir demir kapak çıktı. Kapağı kaldırınca bir taş merdiven göründü. Merdiven mahzene iniyordu. Mahzende bir lahde rastladılar. Lahdin kapağını açtılar, içinde Fatih'in mumyasını buldular. Yüzü ölümden evvel Gentini Bellini tarafından yapılmış portresindeki simayı tamamen andırıyordu. Durum Abdülhamit'e arz edildi. Abdülhamit, mahzen yolunun bir daha girilemeyecek şekilde kapatılmasını emretti.Yahya Kemal'e göre, hükümdarları mumyalama Osmanlı'ya Selçuklulardan geçmişti. Kimi hükümdarlar tahnitlenir ya da mumyalanırdı. Şair Yahya Kemal, hal böyle olunca, o zamanlar şöyle bir soru sormuştu: Madem ki Fatih'in mumyasının olduğu yer II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştı. Bugün Fatih'in türbesinde yatan kim?

FATİH'İN VASİYETNAMESİNDE NELER VARDI?

Fatih, ölümünün yaklaştığını anlayınca, Enderun'a mensup üç önemli kişiyi çağırmıştı (bunlar hadımdı). Birincisi: Parayı ve anahtarları muhafaza eden kilerci ağaydı. İkincisi: Haznedar ağasıydı. Üçüncüsü: Kapıcı ağasıydı. Fatih vasiyetnamesini bunlara tebliğ etmişti:
1. Eğer ölecek olursam, gövdemi İstanbul şehrine götürüp tayin ettiğim yere gömeceksiniz.
2. Caminin avlusuna, ruhuma yaptırdığım imarete gömün.
3. Büyük oğlum İldirem'e (Yıldırım Beyazıt) gecikmeksizin İstanbul'a gelmesini bildirin.
4. Kapıkulu yeniçerilerinin oğlum gelip tahtıma oturmadan evvel denizleri aşarak İstanbul şehrine girmemelerine dikkat edin ve bu hususta emir verin. Zira ondan evvel girerlerse şehri yağma ederler.
5. Cenabı hakkın inayetiyle oğlum İldirem Beyazıt tahtıma yerleştikten sonra kendisine tarafımdan şunlar söylenile: Bazı müşavirlerim var ki, çok fena insanlar olup, kötü nasihatleriyle yenilikler yapmama engel oluyor, halk için ağır yükler ihdas etmeye ve merhametsizce kan dökmeyi emretmeye sevk ediyorlardı ve gizli kinler besliyorlardı. Bu müşavirleri hayatta bırakmayın, bilakis kılıçla öldürün ve yanınızda böyle müşavirler tutmayın.
6. Muazzam bir hazine topladım ve hazineme altın, gümüş, kıymetli taşlar ve inciler koydum. Hazineyi büyük bir itinayla muhafaza edin, zira bir zaman gelecek ki ona muhtaç olacaksınız.
7. Bütün kölelerimin azat edilmesini ister ve emrederim.