1 Haziran 2007 Cuma

Fatih Sultan Mehmed’in Naaşını Mumyalamayı Unutup Kokutmuşlardı..

İktidar mücadelesi yüzünden Türk tarihinin en önemli hükümdarlarından birinin cenazesi bir köşede unutulup kokmaya terkedilmişti..

1481’in 3 Mayıs’ında Maltepe taraflarında hayata veda eden Fatih Sultan Mehmed’in naaşı Topkapı Sarayı’na getirilip bir odaya konmuş ama paşalarla vezirler iktidar kavgasına tutuşunca cenazenin mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca ‘Hay Allah, hünkárı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi’ denip kokmuş ceset alelácele mumyalatılmıştı.
Hükümdarları ve zamanın önemli kişilerini mumyalamak, Türklerde İslamiyet öncesi zamanlardan kalma bir ádettir ve birçok Selçuklu sultanının yanı sıra Fatih'in oğlu İkinci Bayezid'e kadar bütün Osmanlı hükümdarlarının mumyalanmış oldukları eski zamanlardan beri söylenmektedir. Ama Türklerde mumyalama eski Mısır'da olduğu gibi cesedin içini boşaltma ve toprak yerine sargılara gömmek şeklinde değil, başka biçimde, 'kurutarak' yapılmakta, cenaze birtakım kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra 'pastırma' halini almakta ve zaman geçtikçe sertleşmektedir.
Bu şekilde mumyalanan cenaze daha sonra láhdin veya mezar taşının tam altına gelen ve küçük bir odayı andıran bir mekána yerleştirilirdi. Bu mezarlara Selçuklulardan itibaren 'zir-i zemin' yani 'yeraltı' denmektedir. Eski Türklerde devlet büyüklerinin mezarları genellikle ‘zir-i zemin’ şeklinde yapılırdı. Cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan bir odaya defnedilir; cesed mumyalanarak bu odadaki bir láhdin içine konurdu. Merdivenin alttaki ilk basamağından yukarıya duvar örülür, son basamağın üzerine bir kapak konur, odanın yukarıyla alákası kesilir, üst tarafta mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir başka láhid yapılır ve türbe niyetine bu láhid ziyaret edilirdi.
Uzaklardaki savaşlarda can veren hükümdarın cenazesinin başkente getirilmesi bazen haftalar süreceği için mumyalanması zaten şarttı. Naaşın iç organları çıkartılıp hükümdarın şehit olduğu yere gömülür ve cenaze tahnidden sonra başkente doğru yola çıkarılırdı. Birinci Murad’a ve Kanuni Süleyman’a da böyle yapılmıştı ve Sultan Murad’ın Bosna’daki, Kanuni’nin de Macaristan’daki ikinci mezarlarında, iç organları gömülüydü.

Fatih, odada kaldı

Yeni bir sefere çıkmak için 1481’in 27 Nisan’ında 300 bin kişilik ordusuyla İstanbul’dan ayrılan Fatih, 3 Mayıs günü Maltepe civarındaki Hünkár Çayırı’nda hayata veda etti. Vezirleri, hükümdarın Anadolu’da valilik yapan iki oğluna, Şehzade Bayezid ile Cem’e babalarının vefatını haber verdiler ve hemen İstanbul’a gelmelerini istediler. Cenaze, bu arada gizlice Topkapı Sarayı’na nakledildi.
Ama, hükümdarın vefatının duyulması bütün çabalara rağmen önlenemedi ve İstanbul’da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma ediyor, sevmedikleri devlet adamlarını sokak ortasında parçalıyor, devletin büyükleri ise tahta kimin geçeceği konusunda birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Şehirde bütün bunlar olup biterken ve paşalar iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken Fatih’in cenazesinin tahnid edilmesi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması ádeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve ceset koktu. Devletin büyükleri, cesetle alákadar olunması gerektiğini saray görevlilerinin etrafı saran ağır kokuya dayanamaz hále gelip şikáyete başlamaları üzerine hatırlayabildiler. Tahnid işi bir uzman ve hükümdarın baltacılarının kethüdası, yani o zamanın bir çeşit saray muhafızı olan Kasım adındaki bir zat tarafından yapıldı.
Kargaşa, Fatih’in Amasya’da valilik eden büyük oğlu Bayezid’in 21 Mayıs günü İstanbul’a gelip vaziyete hakim olmasına kadar devam etti. Bayezid, babasının cenazesini hemen ertesi günü, çok büyük bir merasimle Fatih’teki camiye defnetti.
Fatih’in naaşıyla yakından alákadar olan ve dayanılmaz kokuya rağmen tahnidi yapan Baltacılar Kethüdası Kasım ise, terfi ettirilerek ‘kapıcı’ kadrosuna alındı. Kasım, sarayda bir köşede unutulan cenazenin kokması hadisesini daha sonraları İkinci Bayezid’e raporu andıran bir yazıyla duyuracak ve ‘Devletlu sultanım, babanın ruhu için bu yazdıklarımı sonuna kadar oku. Bu fakir kul, devletlu hünkárın (Fatih’in) baltacılarının kethüdası idim. Hünkárın vefatından sonra, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, Kapıcılar Kethüdası’na söyledim, o da İshak Paşa’ya söyledi, paşa emredince mum yaktım. Ama koku yüzünden cenazenin yanına kimseler yaklaşamadı. Ben, usta ile gidip cenazenin içini boşalttım. Bu anlattıklarımı kethüdamız da bilir’ diyecekti.

Fatih Sultan Mehmed’in Fatih’teki türbesi boştur!

Fatih Sultan Mehmed ile ilgili çok az kişi tarafından bilinen bir söylentiye göre; Fatih, kendi inşa ettirdiği camiin yanındaki türbede değil, başka bir yerde defnedildi. Bunu da kısaca anlatmakta yarar var:
1800’lerin sonu, İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarıdır. İstanbul’da Nisan yağmurları her zamankinden fazla yağmış, şehri seller götürmüş, Fatih ve Karagümrük tarafları göle dönmüştür.
Büyük selin hemen ertesi günü, semt sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiş ve Abdülhamid, söylentilerden ánında haberdar olmuştur.
Padişah, itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ile amcası Sultan Abdüláziz’in damadı Şerif Paşa’yı hemen türbeye gönderir. Mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, rüyanın doğru olup olmadığını araştırıp rapor vereceklerdir. Ama göndermeden önce her ikisine de türbede göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir.
Paşalar, türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazdırırlar. Bir hayli derine inmişlerdir ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar, açarlar ve taş bir merdiven görürler. Ellerine birer lamba alıp merdivenden iner, bu defa daha derinlere uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran bir başka mekána gelirler.
Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını. Hükümdarın yüzü, hálá zamanında çizilmiş resimlerdeki gibidir.
Paşalar mumyanın başında dua eder, sonra tabutun kapağını kapayıp hayatta bulunan bir hükümdarın huzurundan ayrılma protokolüne riayet ederler; sırtlarını mumyaya dönmeden, adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, kapağı kapatır, sandukayı da yerleştirir ve gördüklerini Sultan Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, Fatih’in mezarını su basmamış olmasından dolayı gayet memnun olur ve Paşalar’a ettikleri yemini hatırlatıp ‘Yemininize sadık kalınız, gördüklerinizi unutunuz!’ diye ihtar eder.
Aradan seneler geçer ve paşalardan biri, Damad Şerif Paşa yeminini bir tarafa koyup yakınlarına olayı anlatır. 'Fatih Camii'nin bulunduğu yerde, eskiden Aya Apostoli Kilisesi varmış ve temelinin altı dehlizlerle doluymuş' der. 'Kapağı açtıktan sonra, bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih'in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük.' Damad Şerif Paşa, yahut Cumhuriyet dönemindeki adıyla Şerif Çavdaroğlu, olayı 1940’lı senelerde o zamanın ünlü yazarlarından İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde de söyler ve anlattıkları o günlerde çıkan bir tarih dergisinde yayınlanır. Fatih Sultan Mehmed’in mumyalanmış cesedinin kendi adıyla anılan camiin yanındaki türbesinde mi, yoksa bir başka yerde mi olduğu, günümüzde arkeologların ve hazine avcılarının kullandıkları yerin altını gösteren dedektörler vasıtasıyla kolayca öğrenilebilir.

Hiç yorum yok: